Metinler



Zehra Şonya, içindeki boşluğu, sonsuz boşluğa/sonsuzluğa taşımayı ya da kendini boşlukta yok etmeyi diliyor. Sezgileriyle, duyumsayarak; aklıyla, anlamaya çalışarak, sancılanarak doğayı ve zamanı anlamlandırmayı deniyor. Bu çaba, gözleme, inceleme, çözümleme sonucu kategorize etme uğraşının dışında doğrudan doğaya karışarak, iş-zanaat eyleminin yarattığı hazzın maddesel sonucu olarak çıkan biçimlerde belli ediyor kendini. Bir anlamda tasarlayarak değil işleyerek başlıyor heykele, düzenlemeye. Böyle keşfediyor kendi içini. Yaşadığı çelişki, belki de zaman ve mekânın dışında, herşeyin sustuğu anda, boşlukta kendiliğinden belireceğini düşündüğü özü, heykelleştirme isteğindedir. O kendini, baştan beri yerini seçtiği bir doğu coğrafyasının düşünce biçimleriyle açığa vuruyor. 

Bireysel varlığını, bütünün bir parçası olarak gördüğünde, batı düşüncesinin, insanı evrenin merkezine yerleştiren ben merkezci tutumunu sonra yine kendi sorgulama ve eleştirileriyle yıkmaya çalışmasının karşısında, baştan, hiyerarşik yapılanma ve usun sınırları dışında tutmayı önemsiyor.Bu bakımdan Şonya, serginin konusu olan "zaman-mekân-feşmekân"a zamansızlık ve mekânsızlıkta bağlamlanıyor. 

Şonya, bir bakıma mekândan zamansızlığa geçişi önemsiyor. Zamanın ve mekânın dışına düşüş, nedenselliği aşarak özgürleşme, zamanın 'an'ın gerçekliğine dönüşü, 'an'da asılı kalış ve zamanın yadsınması onun ana sorunsalını oluşturmaktadır. 

Şonya'nın özellikle taşla kurduğu ilişki, onunla bütünlenişi, çalışma biçiminin zaman dışılığı, kendiyle bir hesaplaşmadır. Çalışmalarındaki yuvarlak biçimler, yuvarlak içindeki noktasal imgeler 'an'ı, şimdiyi, sonrasızlığı, zaman ve zamansızlığın kesişmesini karşılar. Yüzeydeki dokulanmalar her an değişim halindeki dünyasal olanın maddesel izleridir. Öte yandan Mevlevilerin dönerek 'an'a düşüşü, zamanı yok edişi, ateşin benliği yok oluşa sürükleyerek varedişi, yuvarlağın/çemberin evrenin bütünlüğünü ve varlığın ardındaki boşluğu işaret edişi, çalışmalarını anlamlandırmadaki ip uçlarıdır. Heykelleri, düzenlemeleri, kendi içsel gerçekliğini oluşturduğu bir mekân, boşluk ya da susku ile de ilişkilendirilebilir. Karanlık içindeki aydınlıkla varolan ya da karanlık içinde kendinde aydınlanan "Lotus Çiçekleri" ve diğer karanlık alan düzenlemeleri, zaman ve mekânın yittiği, varlığın özgürce yayıldığı boşluğa ulaşma çabasına karşılık gelir. İç-dış, simetri ve hiyerarşiden kaçınışı, işlerindeki sınırların belirsizliği, mekânda çoğalıp yayılarak mekâna ve zamana üstün gelme isteği Şonya'yı zaman ve mekân yokluğunun, sessizliğin ve sonsuzluğun, kendini buluşun, kendi gibi oluşun 'an'ını, boşluğu anlamlandırmaya sürükler.


 4. ODTU Plastik Sanatlar Festivali  Kataloğu,  2002 Ankara




Zehra Şonya wishes to carry the emptiness inside her to the eternal emptiness/eternity or to destroy herself in emptiness. She tries to give meaning to nature and time by feeling with her intuition and understanding by her mind, while having contractions through the process. Besides the effort of categorization as an upshot of observation, examination, and anaylsis; this endeavour mixes up directly with nature and makes itself visible by the shapes that are consequences of the material joy of the act of work-craft. This is how she discovers her inner core. The controversy she lives, may be outside of time and place, at the ‘moment’ where everything silences, is her essence, her desire of sculpture that she thinks it would become evident in emptiness. She expresses herself through the shapes of thought, of a geography of nature, she had chosen from the beginning.
            
When she sees her individual being as a part of a whole; against the egocentric attitude of the Western Thought, which places humans to the centre of the universe, and then questions and tries to destroy this with its criticism; she tries to keep herself outside of the boundaries of hierarchic structuring and reasoning. From this point of view, at this exhibition with the concept of ‘time-place-vagrancy’, Şonya contextualizes herself through timelessness and placelessness.
            
In a way, Şonya, attaches importance to the passage from place to timelessness. Falling outside of time and place, freeing herself by getting beyond causality, transformation of time to the reality of ‘moment’, being hanged at ‘moment’ and the denial of time comprise her main problematique.
            
Şonya’s relationship especially with stone, her act of becoming one with it, her work style’s timelessness is her way of settling up with herself. In her work, circular shapes, pointed images within circles represent ‘moment’, present time, afterlessness, the intersection of time and timelessness. Textures on the surface are the material marks of what is at constant change belonging to the earth. On the other hand, the Mevlevians turning and falling on to ‘moment’, termination of time, fire’s call of personality into being by dragging it to destruction, circle’s pointing to emptiness after signalling towards universe’s entity and being are the hints making her work meaningful. Her sculptures, designs can also be related to a place making up her internal reality; an emptiness or silence. Her ‘Lotus Flowers’ existing in light within darkness or which light themselves in darkness, or her other dark-ground designs equate to the effort of reaching the emptiness where time and place cease to exist and the being spreads freely. Şonya’s escape from inside-outside, symmetry and hierarchy, blurriness of her work’s boundaries, her desire to dominate place and time by spreading and multiplying over place, drag her to give meaning to the non-existence of time and place, silence and eternity, finding one’s self, living the moment of being herself, emptiness…

 4th ODTU Fine Arts Festival Catalogue; 2002, Ankara, Turkey


Zehra Şonya Heykelci                                                                                                                       

İçimizde uzayın var olduğunu kavrayabilmenin birinci koşulu, dışımızdaki uzayın varlığını algılayabilmemizdir.

Uzayda kendimiz kadar yer alıyoruz ve kendimiz, evrende var alan herşeyin toplamına, kimya ve fiziğimizi, optiğimizle birlikte becerilerimizi, aklımızla onurumuzu sevgimizi ve başta öfke olmak üzere duygularımızı katmamızın, ortaya çıkan manevi ve maddi vücudumuzdur.

Zor bir yazı okuyorsunuz ve emin olun ki zor olan bu yazı ayni oranda coşku dolu bir yazıdır da.
Zehra, ki kendisi ancak heykelleri ile anlaşılıp sevilebilir bir insandır, işte o Zehra'nın heykellerini toplu halde görmüş olmak, uzun bir süredir ihmal ettiğim uzayı bana hatırlattı ve kendimi Zehra ile su ile ve cam ile ışık, gölge ile zaman ve mekan ile öykü ve şiir ile ancak ve yalnız uzayı kavradığımız ve ona katılarak onu kendimize katarak ve bütünün küçücük parçaları olduğumuzu algılayarak var olabileceğimizi ve ancak ölerek ölümsüzlük denizinde bir damla olabileceğimizi ve fakat ölen biri olabilmenin birinci koşulunun yaşamış biri olmaktan geçtiğini hatırlattı

Zehra uzayın bir Zehra’sı olduğunu biliyor ve vücudunun içinde uzayı tamamlıyor elbette ki bu tamamlama Zehra'nın kendisi ve heykelleri ile olan ve olgunlaşan bir tamamlamadır onun içindir ki dünyamızda var olabilen şeyler üzerine düşünebildiğimiz oranda var olabileceğimizi ama bunu düşünüyorum o halde varım demekten çok öte bir var olabilmek olduğunu algılamamızın gereği vardır.Çünkü her koyunun kuzusunu ve her tavuğun civcivini düşündüğü de unutulmaması gereken şeylerdir.

Heykelleri Zehra'nın hayatın ve elbette ki eşyalaştırılmamış sanatın en önemli sorunsalları üzerinde soran, sorgulayan araştıran, saptayan ve öneren heykellerdir ve bütün bunlar Zehra'nın hayatı ile doğru orantılıdır.
Kaos diye saptar Zehra ve sorar neden kaos ve işaret eder kaos çünkü doğanın dengesi ile oynanmıştır ve çarmıhına gerilirken her insan kendisinin dengesini arayıp bulup yere sağlam basarken, çarmıh yapıcılar herhangi insan için sürekli çarmıh üretmektedirler ve bu kaosun nedenidir çünkü çarmıh yapımcıların nedenleri ve sonuçları vardır oysa hayatın nedeni yoktur tıpkı yuvarlağın,dörtgenin,üçgenin ve sesin kuşun kışın eriğin ve tuzun nedeni olmadığı gibi. Demek ki doğa kendi düzeni içinde sürüp gitmelidir oysa AKILLI ! insan bu düzeni kaos diye isimlendirmiş ve çarmıhı yaratmıştır çarmıha germek için hayatı ve tabiatı.

Bu yazdıklarım üzerinde Zehra akıl yürütmemiştir ve sakın  unutmayın kuşlar uçmak ve balıklar yüzmek üzerinde akıl yürütmedikleri gibi insan da yaşamak üzerine akıl yürütmek zorunda kalmamalıydı eğer onlar! Hayatı ve tabiatı uzayından koparıp çarmıha germeselerdi.( hiç kimse çarmıh kavramından hareketle Hıristiyanlığı aşağılamaya çalıştığımı sanmasın. Çünkü çarmıh vardı ki ilk Hıristiyanı çarmıha gerdiler)

Heykel sanatı da diğer bütün sanatlar gibi hayatın olmazsa olmaz parçasıdır (dekoratif anlam kullanılarak eşyalaştırılan sanatımsılığı bu genellemenin dışında tutuyorum) Zehra heykellerinde sanatın özellikle heykel sanatının en önemli sorunsalını ön planda tutuyor ve denge unsurunu çözümlüyor çözümledikçe  de yeni sorunsalların ufkunu açarak çıktığı derin kuyulardan hemen sonra daha derin kuyuları açarak mağma tabakasına öte yandan girdaba sürüklüyor kendisini ve girdabın mağmanın sorunsalı üzerinde demir çiğniyor taş dövüyor kağıt büküyor.
Bir karanlık gecede zifiri karanlık bir gecede bağlanmış .yukarda bir yerlere dört kağıt balık savrulup durursa ara bölgesinde hayatın ve Kıbrıs'ın bilin ki uçuşmaları kendilerini bağlı tutan ipin uzunluğu ile doğru orantılıdır ve bölge ara bölgedir zifiri karanlıktır oysa ara bölgede uçan kuşlar kendilerini özgür kuşlar sanmaktadırlar ve zaten bu memlekette eşeklere özgür eşşekler ismi verilmiştir sıpalarını düşündükleri için olmasın sakın.

Zehra'ya sordum bunlar ballık mı diye yoook dedi bana Zehra'nın varlığı, siyasette,diplomaside çağın gerisinde kalan zihniyetlerin tam zıddına, Kıbrıs Türk halkının, estetik ve filozofide tabbi ki hümanizmada çağı yakaladığının ve dünya halkları ile sevgi dolu bir kaynaşmaya hazır olduğunun önemli bir kanıtı ve göstergesidir.

Zehra Şonya'nın sergisini yazacaktım, sanırım yazdım bitmedi ama yine yazacağım. Unutmadan, Gine'de yapımı düşünülen Limasol Direnişi Anıtı için toplanan ön juri, kendisi de Limasollu olan ama daha önemlisi, çok iyi bir heykelci olan Zehra Şonya'yı değil, bir küçük esnaf tavrı ile seri üretim yapımcısı olup, seri ürettim mamüllerini stoklayan bir zanaatkarı tercih etti (ne demişti Atatürk zenaatsiz kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir,demişti,dememiş miydi,demişti)

İç   uzayın dış uzayla dengesini sağlayan heykeller sergiledi Zehra Şonya, diyerek sözümüzü  bağlarsak eksik kalma tehlikesi vardır, Zehra, iç uzayını, uzayla tartıştırarak dengeyi kurarken, herbir heykeli de kendi bütünlüğü içerisinde, kendi iç  uzaylarını yaratırken uzaya da saygılı bir başkaldırı ile senin eksiklerini tamamlamak için varım demekte ve denge sorunsalına, estetik boyutlarda sorular sorup yanıtlar önermektedir.

Kıbrıs'ta böylesine cinsellik ve hatta erotizm içeren herhangi bir serginin daha önce açılmış olduğunu sanmıyorum ve sanmadığım bir diğer şey de Zehra'nın heykellerinde var olan cinselliğin ve erotik çağrışımların akıl yolu ile olmadığıdır. Zehra'nın sergisindeki cinsellik kaysı ağacındaki cinsellik gibidir. Vardır ama reklam yapmaz  çığırtkanlık işi yoktur, kendi halinde, incitmeyen, kışkırtmayan ama ille de var olan bir cinselliktir. Tıpkı özümüz gibi. (isteyen cinselliği bacak arasında arayıp bulduğunu sanabilir).

Zehra'nın sergisinde taş devri ile demir devri diye iki devirden söz etmek mümkündür. Taş devri diye isimlendirebileceğimiz çalışmalarında Zehra, iç dünyasının öğrencilik yıllarına ait dinginliği içerisinde yuvarlak ve yumuşak formlara yönelmekte ve hayatı estetikten ibaret ve sanatı da estetiğin, salt estetiğin kuralları içerisinde yorumlamaktadır. Bu dönemin işleri göstermektedir ki, Zehra, öğrencilik yıllarını boşa geçirmemiş ve estetik biliminin temel eğitiminin hakkını vererek almıştır. İşte bu sorumluluk duygusunun hakkıyla yerine getirmiş olmasıdır ki, Zehra'yı mektep mezunu öğretmenlerden biri yapmamış ve onun sanatçı olmasının ilk adımlarını atabilmesini sağlamıştır.

Taş  devri eserlerinde Zehra'nın bir sonraki dönem olan demir devrinin de tohumları atılmaktadır ve Zehra, taşla demir gibi iki sert cinsiyeti birbirine yumuşacık giydirerek, anlaşması çok kolay olmayan hatta zor olan bir ikiliyi birbiri ile barıştırarak ve taşı demirin önüne çıkararak, kendi genç örselenmemiş dünyasının hakiki olduğunu sanarak yuvarlak formlara yönelmekte ve kendi romantizmini bizlere sunmaktadır.

Amma hayat mektepteki gibi olmadığı için, taş ve yuvarlak Zehra'ya madik atmaya hazırlanırken birden bire karşısında öğrenci değil sanatçı Zehra ile karşılaşmakta ve çaresiz boyun eğerek Zehra’nın sanatına teslim olmaktadırlar. Artık taş ve demir veya estetik bilimi Zehra'ya değil fakat Zehra taşa demire ve estetik bilimine hakimdir. Egemenlik tartışmasının moda olduğu günümüzde, Zehra taşa demire ve estetiğe egemen olarak, kendi öyle bir iddiada bulunmasa da çağdışı kalmış zihniyetlere ders vermekte ve egemenliğin döverek söverek yasaklanarak değil ve fakat severek ve inat etmeyerek sağlanabileceğinin ve hele de yasaklamanın egemenlik değil ancak ve yalnız acizlik olacağının kanıtlarını sunmaktadır. Zehra, taşı ve demiri akıtmaktadır. Yanın hey beyler siz taşı demiri, emirle ve yasakla akıtabilir misiniz su gibi. Zehra akıtıyor, çünkü  egemendir taşa demire ve kağıda, bu egemenliğini de sevgiyle kurmuştur ve estetiğin hukuku ile. Bir şey daha öğreniyorsunuz taşın, demirin ve estetiğin de hukuku var ve ancak hukukun egemenliğine boyun eğer taş ve demir.

Zehra'nın sergisi önemli bir heykel sanatçısını müjdeliyor Kıbrıs'a. Zehra, gereksiz iddialara prim vermeyen sakin kişiliği ile, sanat alanında tıkanma işaretleri veren Kıbrıs Türk sanat atmosferine yeni ufuklar açabilecektir, yeter ki sanat atmosferinin yeterince ciddi bir atmosfer olduğuna dair endişelere düşüp de kendisini sanattan başka alanların lafazanlık denizlerinde boğmasın ya da boğmak isteyenlere prim vermesin.

Zehra bizlere dünyalı olmamızın neden şart olduğunu sanat alanında anlatıyor ve inanın ki Fransız, Amerikan, sanatçılarından tek farkı Türkçe konuşmasıdır.

Cumhur Deliceırmak.  Yenidüzen Gazetesi (2003)



Yok olmanın sınırlarında tekrardan varolan heykellerin ağır işçisi

ZEHRA ŞONYA

Eğitim yıllarını da kapsayan 1996 yılından beri eserlerini hep karma sergilerde sunan ve bütünlüklü bir sergiyi izleyiciyle paylaşmak için tamı tamına yedi yıl bekleyen, sanat ortamımızda genç ve yeni bir soluk olarak nitelendirebileceğimiz Zehra Şonya, ilk kişisel sergisini 2003 yılının mayıs ayında Gazimağusa’daki Osman Gökçe Sergi Salonu’nda açtı.

Sanatın felsefesiz yürüyemeyeceğinden hareketle sürekli okuyan, adeta didiklercesine araştıran, soran ve sorgulayan Şonya, boşluğu ve sonsuzluğu çağrıştıran imgelerle donattığı heykellerini; sadece paylaşmakla yetinmeyip, serginin devam ettiği günlerde bir de tartışma platformu oluşturarak kendi eserlerini katılımcılarla tartışma yürekliliğini ortaya koymuştu.

Dergimiz için sorularımızı yanıtlarken de oldukça uzun yanıtlarını yine araştırma ve inceleme ürünü dipnotlarıyla sunan Şonya, akademik eğitimini Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde tamamladıktan sonra, kariyerini Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde sürdürmeyi seçmiş. Akademilerde öğretilenler, belli bir altyapı oluşturmak adına önemli katkılar yapsa da, O’na göre bir sanatçı için özgün yaratım süreci ve bireysel kimlik oluşturmak daha sonra başlar.

Sanat tarihine baktığımızda  büyük sanatçıların birçoğunun akademileri terk ettiklerinde veya atıldıklarında sanatçı olmaya başladıkları görülür. Bence bu nokta oldukça önemlidir. Çünkü akademiler size belli kurallar ve teknikler dikte eder ve genelde bunlar biçimci anlayışlar doğrultusundadır. Sizden o kuralları uygulamanız beklenir ve kurallar dışına çıktığınızda hayat oralarda sizin adınıza cehenneme dönüşmeye başlar. Oysa ki sanat bu kuralları yıkmak, başkalaştırmak, kendin kılmak ve yeniden yaratmakla ilgilidir...

Pekçok Kıbrıslı Türk sanatçının olanaklar çerçevesinde sanat eğitimini Türkiye’de gerçekleştirmek durumunda olduğu ve devlet yapımızın da içinde bulunduğu durumu göz önünde bulundurduğumuzda oradaki sosyal, ekonomik, kültürel, eğitsel sorunlar yanında sanat anlayışları ve diğer sanatsal  problemlerin sanatçılarımıza da bulaştığını vurgulayan Şonya da, kendi adına hâlâ bu sorunlarla uğraştığını söylüyor...

Oysa ki sanat sadece bunlarla oluşturulamaz.. Sanatçı kişiliğin çok geniş evrensel boyutlarda bir dünyaya sahip olması, herkesin göremediğini görmesi, derinlere, görünen gerçekliklerin ötesine geçmesi, bulması, keşfetmesi ve bunları kendince yeniden yaratması; kapsayıcı, aydınlatıcı ve derin olması, birşeyleri işaret etmesi gerekir. Bunlar sanatçının kendine özgü dünyasını oluşturmak için gereklidir. Bunun için de dünyadaki gelişmelerden haberdar olmalıdır, derin bir bilgi birikimine ve düşünsel altyapıya, ki bu bence bolca kitap okumak, görmek, sorunların farkına varmak bunlar üzerinde düşünmek, sorgulamak, kaygılanmak, çıkış yolu bulmaya çalışmakla olasıdır ve tüm bunların da ötesinde sanatçı yaşamalıdır...

Yaşamak, tabii ki Şonya’ya göre sadece soluk alıp vermek şeklinde ifadelendirilemez. O, yaşamak denen gerçekliği; tüm benliğiyle yukarıda sıralanan sorunların yanında hayatın en azından bir parçasını (sorununu, olgusunu, kavramını)  her yönüyle yaşamak, hayatın içinde olmak, kendini tamamen ona bırakmak, onun derinliklerinde kaybolmak, bunu göze almak anlamında algılıyor. Herhangi bir seçilmiş tema doğrultusunda eser üretmediğini, çalışmaya başlarken de tasarlanmış bir şekli taşa veya herhangi bir materyale geçirmeye çalışmadığını söyleyen Şonya, bu gibi çalışmaların insanı kısırlaştırdığını ve yapmacık olduğunu düşünüyor...

Her şey yaratım süreci içerisinde belli bir noktadan sonra kendiliğinden oluşuyor. Ortaya çıkan şey benim toplamıma eşitleniyor. Yaşadıklarıma, üzerinde uğraştığım sorunlara, düşüncelerime, çıkmazlarıma, üzüntülerime, kaygılarıma ve isyanlarıma.  Zaman zaman da bir adım ötesine. Bu nedenle onları açıklamaya çalıştığımda kesin yargılar ve temalar doğrultusunda konuşmakta zorlanıyorum. Çünkü ‘ben’ bir şeyle açıklanacak durumda değildir ve birden çok şeyle bağlantılıdır. Yine de dönüp işlere ve kendi yaşantıma baktığımda bazı kavramların ve teknik açılımların diğerlerine oranla öne çıktığını görebiliyorum. Sanırım bütüncül, bir açıdan da kapsayıcı bir dünya görüşüne sahibim. Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu düşünmek bir tarafa her şeyin benimle de bağlantılı olduğunu düşünürüm. Burada belki de Kuantum fiziği ve benliği veya doğu felsefelerinden, metafiziğinden bahsetmek gerekir. Etki tepki ve karma yasasından, evrenin bir parçası olarak Brahmana ulaşma, doğuluların “ben oyum” dedikleri durumdan bahsetmek gerekir. O ünlü boşluktan. Zamanın ve mekânın olmadığı yerden. Her şeyin insanın içinden dışarıya fışkırdığına inanıyorum. Bu nedenle de önce ‘ben’i/ kendimi sorguluyorum. ‘Ben’in üzerine katlanarak onu yoğunlaştırıyorum, ona ulaşmaya ve onu korumaya çalışıyorum. Aynı şekilde yaşamın ve evrenin  de küçük bir noktadan dışarıya doğru yayılarak başladığı düşünülebilir. Doğada küçük bir tohumdan, tozdan, bir yumurtadan, spermden. Big -Bang teorisi bu açıdan çok ilginçtir. Evren dediğimiz şeyin hammaddesinin bir noktada yoğunlaşarak patlaması sonucu yavaş yavaş oluşmaya başladığı, evrenin  gözle görülemeyecek denli küçük gaz parçacıklarının/moloküllerinin birleşmesi ve etkileşmesinden meydana geldiği teorisi düşündürücüdür. Belki de çalışmalarımın genelinde görülen bütünlük, yuvarlaklık ve ortalardaki nokta, boşluk veya karanlık delik imgesini bunları düşünerek anlamlandırmak gerekir. Bir de gerçek dediğimiz şeyle...

Kendi geçekliğini boşlukla yani zamanın ve mekânın yok olduğu veya dışarıda kaldığı, durduğu anla ilişkilendiren Zehra Şonya, Doğulu anlamda pozitif düşünceye ve düşüncenin gücüne inanan biri. Buna göre her şey düşüncede/zihinde varolmaya başlar ve gelişir. Bu nedenle zihni kontrol etmek, bedensel ve maddi şeyleri kontrol etmek -ki doğu felsefesi bunları minimuma indirmeye çalışır ve tüm öğretileri bunların üzerine kuruludur- kadar zor ve önemlidir.

Dünyayı kaynayan bir yapı olarak algılıyorum, bu da özellikle çalışmalardaki dokulanmalarda kendini belli ediyor. Bu dokulanmalar ne kadar yoğun yaşanıldığını, herşeyin birbiri içinde eridiğini, belli bir ritim ile kozmosumsu yapıya büründüğünü, karmaşıklaştığını gösterir. Bu noktada yapıların ortasındaki boşluğa tekrar dikkat çekmek istiyorum çünkü orada bu yapıdan eser yoktur. Bunların dışında son dönem çalışmalarımda denge unsurunun fazlaca işe karıştığını söyleyebiliriz. Biliyorsunuz doğu felsefelerinde dengeye ve bütünlüğe ulaşmak oldukça önemlidir ve boşlukla ilgilidir. Karşıtlıkları, çatışmaları, çatışkıları kontrol altına almak. Herşeyin farkında ve bilincinde olarak belli bir uyum ve bütünlük içerisinde birlikte yaşamak. Bu arada da  kendinle barışık olarak sevgiyle varlığını sürdürmek. Bunlar içinde yaşadığımız dünyada kolay kolay elde edilen şeyler değildir. Her an sizi ele geçirmeye çalışan, nasıl olmanız gerektiğini söyleyen, yönlendiren ve haklarınıza, düşüncelerinize, özgürlüklerinize hücum eden ve hiç çekinmeden tecavüz eden bir sistem vardır. Sistem, çevre, içinde bulunulan maddi koşullar durmadan sizi biçimlemeye ve kendisi gibi yapmaya çalışır. Ve siz hep belli bir dirençle ‘ben’i bulmaya, onu korumaya ve kendiniz gibi olmaya çabalar, kendi içinizdeki dengeye, dengelere ulaşmaya çalışırsınız. Bunu içinde yaşadığımız maddi dünyada ne kadar başarabildiğimi bilmiyorum.

Şonya’nın heykellerinde ilk bakışta bu bütünlüğü ve dengeyi bulmak oldukça kolaydır. Her bir parça kendi içerisinde dengede iken birbirleri ile belli bir uyum ve dengeyi de oluşturmaktadırlar. Eserlerini mekânla da böyle bir hesaplaşma sürecine sokan Zehra Şonya’nın, taş ve metali birlikte kullandığı çalışmalarına bakıldığında da yapı ve işleyiş açısından farklı ve zıt kutuplarda olan unsurların, oldukça başarılı bir denge ve bütünlüğünden bahsedebiliriz. Fakat yine aynı işlere biraz daha yakından bakıldığında bütün yumuşaklıklarına ve dengede oluşlarına rağmen, bu dengenin ne kadar da sıfır noktasında olduğunu, her an dengenin bozulabileceğini, kırılganlıklarının  artabileceğini ayrıca zaman zaman tehlikeli hale gelebileceğini, sertleşerek yıkıma neden olabileceğini de sezinliyorsunuz.

Özellikle salt metalle gerçekleştirdiğim son dönem çalışmalarında, bütünlük içinde ve dengede olmalarına rağmen batıcılığın, kesiciliğin biraz daha öne çıktığı, ve her an tehlike arz edebildikleri görülür. Görülmekle kalmıyor mekân içerisinde gezerken o tedirginliği de yaşıyorsunuz. Sanıyorum bu durum bende Kıbrıs’a geldikten sonra oluştu ve şüphesiz Kıbrıs’ın içerisinde bulunduğu gergin ve insanı çıldırtan ortamıyla ilişkilidir.

Çalışmalarımdaki bir başka belirgin durum kadın oluşla ilişkilidir. Yumuşak ve yuvarlak biçimler, bazı işlerdeki üçgenimsi yapılar, dokulanmalar,  merkezdeki delikler ve vajinasal şekiller ortada kadın figürü olmamasına rağmen hep kadına/kadınlığa işaret eder. 1970’lerde Kadın Sanatı (Feminist art) olarak çevirebileceğimiz yeni bir akımın yayıldığını görüyoruz. Ve bu görüş doğrultusunda kadın kimliği ve kadınların ürettiği sanat nesneleri büyüteç altına alınarak sorgulanmaya, genel özellikler bulunmaya ve bazı teoriler oluşmaya başlıyor. Bunlardan Lippard’ın teorilerini kendime yakın buluyorum. Lippard o dönemlerde kadınların sanatının ne/nasıl olduğunu anlayacak yeterli verinin bulunmadığını düşünmesine rağmen yine de kadın duyarlılığının görünmeyen bir farklılık taşıdığına inandığını dile getirir. Ona göre kadın yapıtlarında genelde, organik imgeler, kıvrımlı çizgiler, daha inandırıcı, merkeze odaklanmış, net  olmayan biçimler hakimdir. ‘Centralised focus’ yani merkezileştirilmiş odak terimi 1970’lerin başında Judy Chicago’nun yaptığı işlerde ortaya çıkan vajinal forumların simgesel anlamları ile ilgili olarak yasaklanmaları belirleyebilmek için sanat çevrelerince kullanılmaya başlanmıştır. Lippard, Georgia O’Keeffe’nin çalışmaları sonrasında; “şimdi açıkça görülüyor ki, birçok kadın sanatçı, kadın gövdesinin bir eğreltilemesi (metaforu) olarak sıklıkla merkezi bir delik tanımlamaktadır” yargısını dile getirmektedir. 1973’te Lippard, kadın imgelerini daha geniş bir yelpazede genelleyerek kapsayıcı bir tanımlama yapmıştır. Bu tanımlamaya göre özellikle resim sanatında “Birleştirici bir yoğunluk, tüm düzeye yayılan dokusallık, sıklıkla duyumsanan zorlayıcı bir dokunma duygusu ve yine sıklıkla yenilenen endişe, takıntı hali, kendi çevresinde dönen ve odaklanan biçimlerin çokluğu, üstünlüğü (bazen ilk bakış açısının karşısında olmak), kendi üstüne kapanarak dönen parabolik biçimler ya da her yerde çizgisel içerikler, uzanan ya da katmanlaşan tanımlanamaz bir gevşeklik, düzensizlik, kararsızlık, elle dokunabilme rahatlığı, daha önce yasaklanan, kullanımı önerilmeyen yeni pembeler, pasteller, gelip geçici bulutsu renklere düşkünlük” hakimdir. Bu bilgileri öğrendiğim zaman şaşırmıştım, çünkü o güne kadar yaptığım çalışmaları bu şekilde hiç görmemiş ve anlamlandıramamıştım. Şu anda dönüp baktığımda aradaki benzerlikleri ve ilgileri çok iyi algılayabiliyorum. Kadın oluşumun işlerdeki yansısı çok açık...

“Piccasso’nun ‘ben aramıyorum buluyorum’ sözüne karşılık ben de yaratım sürecinde düşünmüyorum sadece yapıyorum” Şonya, işi yaptıktan sonra, ondan uzaklaşarak bu gibi okumalara ve anlamlandırmalara girebildiğini ifade ediyor. Okuma sonucundaki anlamlandırmalar, bilinçaltında zaten varolanlardır. Sanatta azın çok olduğuna inanan sanatçı, bu nedenle çalışmalarında belli bir sadelik ve rafineliğe doğru yönelmeyi tercih etmiş...

Birşeyleri damıtmayı seviyorum bu nedenle özde olanlar hep ilgimi çekmiştir. Kullandığım malzemeleri de bu açıdan düşünmeye ve özlerini, genel yapılarını yok etmemeye özen gösteririm. Metalleri boyamak yerine yakarak yağlamayı tercih ediyorum. Bu şekilde doğal yapısı bozulmayarak kendi gibi kalabiliyor ve kendini gösterme şansı elde ediyor. Taşı kullanma şeklim de benzerdir. Yüzeyleri zımparalayıp düzlemekten kaçınıyorum. Çünkü bunu yaptığım zaman taşı öldürdüğüme inanıyorum. Artık o üzeri cilalanmış, şekillenmiş, süslenmiş başka bir  nesneye dönüşüyor. Ama kesinlikle taş olmuyor. Oysa ki onun da bu ortaklıkta yapısını koruyabilmesi, yaşayarak nefes alabilmesi gerekir. Ayrıca malzemeleri biçimlerken içlerindeki gizil güçleri de keşfetmeye ve görünür kılmaya çalışırım.

Heykel, diğer görsel sanatlara oranla, mekân sorununun çok daha önemli ve çözümlenmesi gereken bir sorun olarak algılanmasını gerektiriyor. Şonya’ya göre heykel-mekan ilişkisi çalışmayı çoğaltabileceği gibi yok da edebilir. Bu ilişkiyi bütüncül açıdan ele alan ve ince hesaplarla dengeler üzerine inşa etmeye çalışan sanatçı, duvarın kendisini, odanın şeklini, zemini, mimari elemanları, ışığı, gölgeyi, perdeyi ve hatta duvardaki prizleri bile düşünüp dikkate almaya çalışmış...

Batı heykel tarihinde özellikle Brancusi mekan yapıt ilişkisi ve çevre bütünlüğü yönünde birtakım yeni anlayışlar ortaya koymuştur. Brancusi nesneler üzerine düşen ışık gölgenin etkisini ve bunların anlam üzerinde uyandırdığı küçük farklılıkları keşfetmiştir. Aynı formun farklı malzemelerdeki farklı anlamlarını sorgulamıştır. Bu da bize heykelde en küçük değişikliğin bile ne kadar önemli olduğunu gösterir. Klasik anlamda heykel kaidesi anlayışını terk eden Brancusi, kaide-heykel-mekân arasındaki geçişleri ve bütünlüğü sağlayarak kaideyi heykelin bir parçası olarak algılamış, ona göre biçimlemiş ve mekânla bütünlüğü sağlamak üzere onları belli bir denge ve ritim içerisinde kullanmıştır. Amacı yapıt-mekân-izleyici arasındaki sınırları kaldırarak ayrıksılığı yok etmek ve üçünü bir bütün yaparak evrenseli yakalamak ve sonsuzluğa ulaşmaktı. Diyebiliriz ki modern heykel tarihinde Brancusi ile heykel kaideden kurtularak mekâna yayılmaya başlamıştır. Benzer şekilde ben de mekânı sadece duvarların ayırdığı, sınırların oluşturduğu boş bir sergi mekânı olarak görmüyorum. Mekânı olduğu gibi ele alarak her yerine belli bir dengede hükmetmeye, yayılmaya, mekanı dönüştürmeye ve kendim kılmaya çalışıyorum. Ve onu içimde oluşturduğum boşluğa dönüştürmeye. Bazı çalışmaları duvara asarken bazılarını kaide üzerine veya kaidesiz zemine yerleştirebiliyorum. Bunların hepsi kendi aralarında belli bir dengede iken ayrıca mekânla da dengeye giriyorlar.

Zehra Şonya’nın Gazimağusa Belediyesi Osman Gökçe Sergi Salonu’nda sergilediği çalışmaların kendi aralarındaki mesafe ve birbirleriyle olan etkileşimleri ne fazla ne de az.  Her biri yalnız başına kendi varlık alanını kurarken hepsi birden de faklı bir varlık alanı oluşturabiliyorlar. Birbirlerini eksiltmek yerine artırıyor ve bütünlüyorlar. Duvara astığı bazı çalışmaların zemine de yayılan parçaları, zemin duvar ikilemini ortadan kaldırıyor. Sanatçı, bu şekilde daha uzaysı ve sınırları olmayan bir mekân anlayışına ulaşmaya çalıştığını ifade ediyor...

Çalışmalarımı bir oda içine sıkıştırmaktan pek hoşlanmıyorum bu nedenle dışarılara taşmaktan hiç çekinmiyorum. Yine de bunların hepsi son derece dengeli bir şekilde gerçekleşiyor. Sergiyi oluştururken seyirciyi farkına vardırmadan yönlendirmeyi bazı noktalarda durdurarak daha fazla baktırmayı, sonrasında dolaştırmayı seviyorum; sergiyi de ona göre oluşturarak nesneleri yerleştiriyorum. Mekânın ve dolayısıyla çalışmaların tümünün bir noktadan algılanmasını önemsiyorum ve o noktayı yakalamaya çalışıyorum. Kurduğum düzeneklerle göz, mekânın her yerini dolaşarak bir aşağıya, bir yukarıya, sağa ya da sola son derece rahatlıkla kayabiliyor. Böylece de hareketli bir yapıyla mekânın her zerresini, boşluğunu kullanmış oluyorum. Bir şekilde seyirciye boşluğun kendisini de algılattırmış/hissettirmiş oluyorum.

Boşlukla zaman ilişkisini değerlendiren Şonya için ‘boşluk’ zamandaki an kavramıyla, ‘an’da asılı kalışla ilişkilidir, an ise ‘Varlık’ la.

Bazı noktalarda doğu ve batının Varlık anlayışları farklılık gösterir ve Tanrı kavramıyla, mutlak gerçeklik veya varoluşla bağlantılıdırlar. Doğu felsefelerine göre Varlık/Tanrı böylesi bir boşlukta kendini görünür kılmaya veya ses vermeye başlamanın ötesinde gerçekliğe ve mutlaklığa ulaşır. Çünkü ‘O’ zihinle, bu dünya gerçeklikleriyle algılanabilecek durumda değildir. Zihnin ve düşüncenin ötesindedir. Varoluşcu felsefeye göre de  varlık, an’da,  tarihsel zaman anlayışının ve gerçekliğinin dışında kendini kurar, keşfeder ve gerçekleştirir. (Aslında zaman her şeyi görece ve geçici yapandır.) Yaratım sürecinde de böylesi bir an vardır. Böylesi anlar açıklanamayan, anlamlandırılamayan bilinçsiz ve belirsiz anlardır. İnsanın nedenselliği aşarak özgürleştiği ve sınırsızca yayıldığı anlardır. Varlığın sonsuzluk, enginlik, derinlik imgelerine bürünmesidir. Zamanın (geçmiş ve gelecek) an’ın gerçekliğine dönüştüğü durumdur. An’da asılı kalıştır, böylece de zamanın yadsınmasıdır. Bir açıdan da varlığı tehdit eden ölüme, yani o nihai boşluğa üstün geliştir. Boşlukta sallanan sanat  nesneleri zamanla bağlantılı olarak hep bu an’da asılı kalarak, an’da yoğunlaşmakla bağlantılı düşünülebileceği gibi çalışmaların çoğunda görülen ortadaki nokta imgesi de yine bu boşluğa, bilinmez ve zamansız olana yöneliyor. Dikkat edilirse çalışmaların çoğu bir noktadan algılanır durumdadır. Heykelleri algılamak için çevrelerini dolanmak çeşitli bağlantılar ve ilgiler kurmak yerine karşısına geçer ve sabit olarak bir noktadan heykele bakarsınız. Çalışmaların çoğunu duvara monte etmekle böyle bir anlamı vurgulamaya çalıştım. Kaide üzerindeki üç boyutlu çalışmaların çoğunda da buna benzer bir durum vardır. Önü veya arkasından bakmak bir şey fark ettirmez çünkü göreceğiniz manzara aynıdır. An’ın veya boşluğun durumu sizi içine çekmeye ve sıfır noktasına getirmeye meyillidir. Yok olmanın sınırlarında dolaşarak tekrardan var olmak. İşin büyüsü belki de buradadır.

Bir yanda demir, bir yanda taş... İki farklı malzemeyi kullanan Zehra Şonya, bir tür ağır işçi gibi çalışıyor. Bunlara bir de düşünsel boyutu ekleyince işin ağırlığı katlanarak büyüyecektir. Şonya, bununla da kalmayıp, sanatçı kimliğinin yanında akademisyen kimliğini de eklemiş...

Kıbrıs’ta akademik kimlikli biri olmak oldukça zor hatta bu şartlar altında imkânsız gibi. Çünkü  akademiden mezun olmak akademik bir kimliğiniz olduğu anlamına gelmez. Bunun için sanatın sorunları üzerine devamlı düşünmeniz, araştırma yaparak kafa yormanız ve yazıp çizmeniz gerekir. Eğitim açısından da bazı uygulamalar yaparak, teknikleri geliştirmeniz veya başka yollar keşfetmeniz, en önemlisi bunları gerçekleştirmek için de zemin gerekir. Ne yazık ki Kıbrıs’ta bu zemin yok. Güzel sanatlar olmadığı gibi akademik konuşma ve tartışmaların gerçekleştiği herhangi bir ortam da yok. Zaman zaman sanatçıların bir araya gelmesiyle oluşan sohbetler ise bu açıdan pek doyurucu değil.  Kıbrıs’ta sanatla ilgili sorunlarınızı paylaşmak için 1-2 kişi bulabiliyorsanız oldukça şanslı sayılırsınız. Hal böyle iken yine de ikisini aynı doğrultuda götürmeye çalışmanın kişiye büyük kazanımlar sağladığını ve birbirini tamamladığını düşünüyorum.  Akademisyen kimlikte birçok şeyi bilmek durumundasınız. Ayaklarınız yere sağlam basar, teknikleri ve yöntemleri en ince detayına kadar araştırır, inceler ve uygularsınız. Sanat tarihi, teorileri ve sanat felsefesi sosyolojisi veya psikolojisi gibi alanlardan sorumlusunuz. Geniş bir sanatçı kitlesini araştırma fırsatınız olur. Bunları incelerken çok şey öğrenirsiniz. Yazıp çizmeler sizin altyapınızı daha da sağlamlaştırır. Bir sanat nesnesine nasıl bakmanız onu nasıl okumanız, yorumlamanız  ve sorgulamanız gerektiğini öğrenirsiniz. Bunlardan faydalanmayı bilir ve bilgileri kendinizce yorumlayarak dönüştürebilir dünyanıza ve yaptığınız nesnelere aktarabilirseniz, yaptığınız sanat gibi sanatçı kimliğinizin de çok daha sağlam, kuvvetli ve kapsayıcı olduğunu görebilirsiniz. Sorulan sorular karşısında duraksamadan cevap verebilir kendi işlerinizin çözümlemelerini yapabilirsiniz. Bu süreçte kendi eksikliklerinizin ve çıkmazlarınızın da daha kolay farkına varma şansınız olduğunu düşünüyorum. Kendinize doğru soruları sormanız işin başka bir püf noktasıdır. Yeni bilgiler ve kavramlar çoğu zaman zihninizi karıştırsa bile kendinizi yenilemede yardımcı olurlar. Bu süreç devamlı halde ötekini ve sizi birlikte sorgulattırır ve böylece daha geniş bir dünyaya ulaşırsınız. Biliyorsunuz sanatsal yaratımda özgürlük alanlarınız oldukça fazladır ve sanat dediğimiz şey sınırları aşmakla ilişkilidir. Bu nedenle tehlike olarak görebileceğimiz en büyük şey öğretilen ve öğrenilen kurallara, tekniklere ve teorilere sıkışıp kalmaktır. Bunları aşmanın yolunu bulmanız ve yine belli bir dengeye ulaşmanız gerekir. Bunu başaramazsanız sanatınız kısır veya katı kalabilir veya hep aynı doğrultuda seyreder. Bu da sanatçı için özlenen bir şey değildir.

Hakan Çakmak,  Türk Bankası Dergisi (2003)



The Sculptures of Zehra Sonya


An exhibition of Zehra Sonya’s sculptures was recently held in the Osman Gökçe Exhibition Hall in Famagusta, where she exhibited thirty pieces of sculpture and an installation project. Zehra graduated from the Department of Sculpture of the Faculty of Fine Arts at Hacettepe University, where she was awarded the Accomplishment Award in 1997. After receiving her master’s degree in 2001, she began working as an instructor in the Department of Archaeology and Art History at Eastern Mediterranean University; during her career as a sculptor she has participated in various group exhibitions and open-air sculpture workshops.

Zehra’s sculpture media are predominantly stone and marble carvings, stone-iron assemblages, and iron weldings. In view of this, the most interesting aspect of her latest solo exhibition is the lightness she manages to achieve in her stone carvings, as almost all of them hang on the walls, defying gravity and balancing themselves on iron structures which carry, or rather, levitate the stones from the ground. The sterile look of white stone against black iron structures is reinforced by the white background walls of the exhibition space; and the grey-black shadows cast on these walls by the sculptures open up a space where the flattened sculptures again take on a three-dimensional quality, not in their substance, but in the spatial illusion created as a result.

The tension between gravity and weightlessness is also echoed by a tension between curvilinear and straight lines, or in the contrast between black and white which appears in these pieces. Although the content of Zehra’s work is determined entirely by the forms of these objects, a play between male and female forms is also very apparent in her vision: the play between the mobility of her constructions which always hang from a loop, with the potential to swing back and forth and the almost static nature of her materials, which are heavy stone and iron, suggests the play between male and female genitalia. Some of her forms are large, curvilinear, white stones, heavily textured with chisel marks almost exploding out of the stone, and leaving a crater in the center, while the outer edges are rhythmically beaten; these seem to be traces of moments of violence left behind—and in some cases the crater has been filled with a black nailhead, an interpenetration of material and color contrast that suggest further violence.

Many of Zehra’s sculptures hover between hanging on a wall and existing as objects to be walked around, perhaps reflecting her sculptural process, either carving away the stone to get to the center, or carving around it and reinforcing it with iron to protect the center. For her the center is neither negative space nor the positive space occupied by the stone: her sculptures both construct and deconstruct their spaces, so that the center can at the same time be protected, or discovered, or revealed as non-existent.

In this sense, her fragmentation and recontextualization of the stone by shaping it conveys a sense of both the past and the present simultaneously. The forms she works with are thus both imaginative abstractions and mythical constructions; the illusion, for example, of the bull’s heads from Çatal Hüyük, which hang like memories of the future, or the signs of stakes, crosses, and forms of ancient goddesses all these seem to have been internalized in her work, so that the multicultural nature of her vision, which she takes from her native land of Cyprus, is expressed in her sculpture as a play of tensions between various personal identities, geographical, political, gendered, and artistic. In her own words,

Space is where everything is suspended or created. Space can hardly be represented… it is always the thing itself. For me this is the challenge: to be both using space, and at the same time, representing space. In other words, both to try and capture, and to be captured by space.

Anber OnarDept. of Archaeology and Art History
Eastern Mediterranean University (2003)



ZEHRA ŞONYA (HEYKELTRAŞ)

SY:  BİRAZ KENDİNİZDEN BAHSEDER MİSİNİZ?
ZŞ:  1972 Limasol doğumluyum.1997’de Hacettepe Heykel Bölümünü kazandım. 2001’de masterimi de tamamlayarak geri döndüm. Bu arada iki sene aynı üniversitede asistanlık yaptım. Doktoraya başlamayı uygun görmedim çünkü sistemde artık ilerleyemeyeceğimi, yeni bilgilere ve anlayışlara ulaşamayacağımı anlamıştım. İçinde bulunduğum ortamdan rahatsız olduğum için ve bir şekilde o ortamın sanatçı bireyi öldürdüğünü düşündüğümden,  dahası başkalarının hayatlarını da karartan bir sistemin uygulayıcısı ve halkası da olmak zorunda olduğumdan Hacettepe’yi bıraktım. Orada boş yere uğraş verip başkalarının hayatını da karatmak yerine buraya gelip belirsiz olan yapıya rağmen en azından kendimce sanat adına birşeyleri  yapabilmek, temellendirebilmek, bildiklerimi aktarabilmek bunları denemiş olmak istedim. Bunlar için  çaba sarfetmenin daha mantıklı olduğunu düşündüğümden, herşeyi bırakıp Kıbrıs’a geri döndüm.

SY: HEYKEL VE HEYKELCİLİK HAKKINDA BİRAZ BİLGİ ALABİLİR MİYİZ?
ZŞ: Heykel kalsik anlamda söylemek gerekirse, gördüğünü aktarma ile başlayan, daha çok üç boyutlu, katı, sert cisimlerle ortaya konan kütlesel nesnelerdir. Ama 1920’lere gelindiğinde sanatta artık heykel, resim, seramik, gafik gibi birşey kalmıyor. Hepsinde biçimlerarası bir geçirgenlik oluşuyor ve bunların arasındaki uçurumlar kalkıyor. Malzemeler de teknolojinin ve yaşamın etkisiyle ya değişiyor ya da bulunamıyor. Mesela taş, mermer gibi malzemelerin  yerine atık nesneler, atık metaller ya da büyük şehirlerdeki çöp atıklarından işe yarayanlar sanatçı tarafından değerlendiriliyor. Eğer klasik bir akademide eğitim alıyorsanız elbette taş yontmayı öğrenirsiniz, ancak; heykel artık sadece taş, metal, ahşap yontmaktan, form,biçim oluşturmaktan çıkmıştır. Sürekli malzemesiyle, konseptiyle şekil değiştiriyor. Bizde genellikle betimlemeci veya soyut izler taşıyan veya soyut olan  bir tarz hakimdir. Bu özellikle halk arasında oldukça yaygındır. Oluşturulan nesneyi anlamak için, muhakkak insan bedeni görmeliyiz, ille de birşeylerin hikaye edilmesi gerekiyor, bilindik bir iz arıyoruz veya kişisel beğeni doğrultusunda güzelli arıyoruz. Fakat durum dünyada böyle değil. Sanatçı illede bedeni kullanmak durumundaysa bunu kullanıyor ama bunun dışında da şeyler yaratıp betimlemeci tarza bağlı kalmıyor. Başka bir değişle sanatçının kaygısı betimleme değildir artık.  Bu düzeni parçalayan kişilerden bir tanesi de  Picasso’dur. Artık dış gerçeklik çoktan aşılmıştır, görünen değil görünmeyen aranmıştır, düşünce, düşüncede yaratıcılık, çok çeşitlili, yenilik, değişkenlik, özgünlük, farklılık ön plana çıkmıştır,  figürler uçuşmuştur, başkalaşmıştır veya yok olmuştur. Kimlikler sorgulanmıştır ve farklı dünyaların kapısı aralanmıştır.

SY:  SANATA OLAN EĞİLİMİNİZİ NE ZAMAN FARKETTİNİZ VE BU İŞE NASIL YÖNELDİNİZ?
ZŞ:  Evet bu güzel bir soru , çünkü birçok sanatçının söylemediği birşeyi söylemek istiyorum. Aslında ben öyle birşeyin farkında değildim. Herkes gibi ben de okul dönemlerinde resimle, çizimle az bucuk uğraştım, hepsi bu. Hala yetenekli olduğuma da inanmış değilim. Kıbrıs’ta bizim dönemde işleyen bir sistem vardı. O dönemlerde Türkiye’de yabancı uyruklu sayıldığımız için kontenjandan yararlanarak çok kolay üniversitelere girebiliyorduk. Dolayısıyla  Üniversiteyi  kazanamayan öğrenciler 5-6 aylık kurslara katılarak bu sınavlara girip, oradan bize sağlanan  kontenjandan faydalanarak Güzel Sanatlar Fakültelerine girmiş bulunduk. Ben de onların içindeyim.Yani benim öyle çok özel bir yeteneğim becerim ya da başarım yoktu. Buna eminim. Tesadüf gibi birşey oldu. Ailenizin veya burada yönlendirenlerin hedefi  aslında resim bölümünü bitirmeniz ve hoca olmanızdır, sanatçı olasınız diye yollanmıyorsunuz oralara. Fakat resim hocası olmakla sanatçı olmak arasında çok büyük farklar vardır.Yani bu yönden birçok gencin  çok yanlış olarak yetiştiğini düşünüyorum. Evet çok insan hoca olma mantığıyla gidip de güzel sanatlardan mezun olabilir, diploma alabilir ancak sanatçı olmak ayrı bir olaydır. Bunun özellikle altını çizmek isterim. Ve ne yazık ki birçok genç, sanatçı olmaktan çok öğretmen olma mantığıyla yaşama bakıyor veya bütün yönlendirmeler ve şartlar bunu dayatıyor. Bu da ülkemizde genç sanatçı potansiyelini azaltıyor.

SY:  O ZAMAN SANATÇI OLUNUR MU DOĞULUR MU?
ZŞ:  Yani ben bunun doğuştan olduğunu pek düşünmüyorum. Eğer dahi olmaktan bahsedersek o ayrı bir konu olabilir, ki onlar doğar doğmaz bunu zaten belli eder. Fakat insan sanatçı doğsa bile onun üzerine çalışmazsa bu birşey ifade etmez. Sadece yetenek sanatta yeterli bir gereklilik değildir.Yetenekli olsa bile bunun üzerine gitmesi, çalışması gerekir. Her işte olduğu gibi sanat da çalışmakla alakalı,  bu dahi olarak kabul edilen Picasso’da da böyledir, Michallencello’da da. Zaten artık günümüzde sanat denilen şey, el becerisi doğrultusuda ortaya konulan bir eser değildir. Dünya artık hazır nesneden sanat nesnesi yapıyor. Burada gördüğünüz boyayla, taşla, yontuyla sanat yapılmıyor zaten. Dünyadaki günümüz sanatının biçimi, içeriği ve malzemesi değişti. Artık hiçkimse sadece taş yontmuyor. Yani heykel veya sanat yapmak için taş yontmana gerek yok.  Çağımızda bilgisayar ortamında da sanat yapılıyor. Hazır nesneyle, videoyla,  değişik malzemeleri ve araç gereçleri  kullanarak da sanat yapmak mümkündür. Bu da el becerisinden çok aslında  düşünce gücü, bağlantıları kurma, kavrayabilme, zeki olmak, hissedebilmek, kendine ait düşünceni veya varolan nesneyi başka türlü görmek ve göstermekle, yaratıcılığını kullanarak bunları değiştirip dönüştürebilmekle  ilgili.  Onun için ben sanatçı için yeteneğin, en azında el becerisi veya gördüğünü aktarma becerisinin hele hele günümüzde fazlaca zorunlu olduğunu düşünmüyorum. Bu açıdan yeteneksiz bir insan da sanatçı olarak iyi başarılar segileyebilir. Çünkü artık sanatın el becerisiyle pek bir bağı kalmamıştır.

SY:  PEKİ ELBECERİSİ ÖZELLİKLE HEYKELTRAŞÇILIKTA NE KADAR ÖNEMLİ?
ZŞ:  Eğer pratik anlamda, taş, metal veya ahşap gibi klasik malzemelerle klasik bir heykeli düşünürsek elbette el becerisi devreye girer. Ama ben el becerisiyle şunu kastetmek istiyorum; kullandığınız malzemeye hakim olmak, onunla bir şekilde diyoloğa girmek ya da kafanızdaki, yüreğinizdeki her neyse onu ortaya çıkarabilmek için tüm bu saydıklarımı biraraya getirip de elinizle birlikte, bir malzemeye hakim olmak el becerisini ortaya çıkarır. Yani bu bizim gündelik, alıştığımız beceri olgusundan biraz farklı bir anlam taşıyor. Beceri midir aslında önemli olan, onu da tartışmak gerekir. Bir taşı alıp yontarsınız bunun teknikleri vardır. Ben size bunu öğretebilirim. Siz de zaman içerisinde bu beceriyi kazanabilirsiniz. Ama bahsettiğim ruhu, düşünceyi veya bütünlüğü katmak size kalmış olur. O yüzden bu beceri olayını kalkıp da göklere çıkarıp sanatı sadece buna bağlamak bence çok büyük bir hatadır. Bunu herkes yapıyor. Toplum yapıyor, sanatçıların birçoğu yapıyor ama bence sanatın içeriği ya da sanatın niteliği de düşüyor. Çünkü sanat sadece bununla bağlantılı değildir. Evet  bir parçasıdır, bazen  de gereklidir. Fakat bulunmaz veya kazanılmaz  birşey de değildir. Michelangello’yu yetenekli veya dahi olarak kabul edebiliriz fakat unutmamak gerekir ki hayatı boyunca her şeyiyle sanatın içinde olan birisi olarak günde dört saat uykuyla çalışmaktaydı.  Bence Michelangello’nun çalışma performansı neredeyse insan üstüydü. Lakin sanat ya da sanat tarihi sadece dahi dediğimiz bu insanlardan  da oluşmamıştır. Arada birçok başka isimler ve sanata, sanatçıya dair birikimler, ortaya konulan anlayışlar ve katkılar da vardır.

SY:  AZ EVVEL TEKNOLOJİDEN BAHSETTİNİZ. SİZCE ELİN OLUŞTURUP BİÇİMLENDİRDİĞİ BİR SANAT DALINA BU KAVRAMIN GİRMESİ DOĞRU MU? BU DEZAVANTAJ MIDIR? SİZ HANGİSİNDEN YANASINIZ?
ZŞ:  Eğer klasik anlamda taş ya da heykel üzerine konuşacaksak ben kendi işlerimde teknolojiyi en aza indirgeyen birisiyim. Bu benim tercihim.Yaratmayı kesmeyi biçmeyi daha çok seviyorum. Elimle oluşturduğum birşeye daha fazla düşüncelerimi, ruhumu ve bütünlüğümü kattığımı düşünüyorum. Bu açıdan baktığımda durum böyle. Ne var ki günümüz sanatını takip ettiğimizde ortaya başka durumlar çıkabiliyor. Başka bir deyişle teknolojiyi de kullanmak gerekebiliyor. Bu anlamda bunu da bir dezavantaj olarak görmemek lazım. Daha çok kafanızdaki yaratmak istediğiniz düşünce, ortaya koymak istediğiniz dünya ile o biçimin veya malzemenin uyuşmasıyla orantılı gelişiyor. Bazen de o taşı hiç yontmadan olduğu gibi ortaya koyabiliyor sanatçı. Dolayısıyla teknolojiyi kullanıp kullanmamak tamamen tercihe bağlıdır. Pek daha sergileme şansım olmamışsa da çok farklı mazemeler ve teknikler kullanarak yaptığım çalışmalarım da vardır.

SY:  ÇALIŞMALARINIZI YAPARKEN HANGİ DUYGULAR İÇİNDE OLURSUNUZ? NE HİSSEDEREK BİR İŞE BAŞLARSINIZ?
ZŞ:  Ben o dönemlerde değişik duygular yaşıyorum. Heyecan oluyor, ruhta bir yükselme oluyor,  bir geçiş başlıyor, başka bir mekana, zaman boyutuna veya zamansızlığa  geçiyor gibi oluyorsunuz, sınırsız birşeye. Ama bundan önceki süreç çok sancılı. Çoğu zaman agresifleşebiliyorsunuz. Genelde çok güleryüzlü olabilirim ama o dönemlerde  çok fazla insan içine karışmayı tercih eden birisi değilim. Daha içe dönüğüm. Çünkü kafamda çok fazla sorunlar oluyor. Aşırı derecede bir düşünce süreci geçiriyorsunuz. Aslında yaşamın kendisi olan bu çalkantılı, stresli, çok sorunlu, proplematik, ruhsal, pisikolojik  durumlar sizi birşeyler yaratma arzusuna itiyor.  İçinizde sizi oturtmayan bir kıpırtı oluşuyor. Bir ses git ve bu problemleri hallet diyor. İşte o rahat edememe, kaygılar ve sorunları boşaltma başka bir deyişle biraz olsun dindirme , susturma  zorunlunluluğu  eserinizi oluşturuyor. Bana göre böyle birşey. Bu yüzden bu duygulardan, düşüncelerden, çıkmazlardan, çözülemeyen proplemlerden arınmak için sanatçının içindekilerini kendi dilini yarattığı malzemeleriyle aktarması gerekiyor. Belki de o süreçte ortaya çıkan şey daha anlaşılabilir olabiliyor, sizin karmaşalarınızdan  çıkıp biraz daha belirgin hale gelen bir sorunlar yumağının çözümü gibi. Fakat hiçbir şey bitmiyor, belli bir zaman sonunda içinizdeki duygular aynı şekilde  daha da derinden sizi harekete geçiriyor. Çünkü insanın düşünce süreci asla bitmez. Bu sınırsızlık da sizi sürekli sanatçı olarak yaratmaya iter.

SY: İŞLERİNİZDE YARATTIĞINIZ BELLİ BİR TARZ VAR MI?
ZŞ: Ben henüz geçen Mayıs ayında ilk sergimi açtım ve yaklaşık üniversiteye girdiğim  11 yıldan itibaren bu işin içindeyim. Bu sürecin stili belirleme açısından  yeterliliğe sahip olup olmadığına emin değilim. Şunu söyleyebilirim; taş ve metal ile kurduğum genel çizgilerim, belli bir özelliğim ve kimliğim, karakterim, diyaloğum var. Ama ikinci sergimi taş ve metal ile oluşturmayı  düşünmüyorum. Evet,  taş ve metal üzerine bir birikim yaptım ama diğer sergimi ışık, tül, aydınger kağıdı, tını ve diğer olası malzemeleri  kullanarak   yapmak istiyorum. Mekan düzenlemesi üzerine, mekanı da kullanarak az önce bahsettiğim farklı malzemelerle yapacağım ve uzunca süredir üzerinde oldukça fazla düşündüğüm, hayal ettiğim yeni birşeyler denemeyi düşünüyorum.  O zaman taşta elde ettiğim tarza ne olacak? Belki aynı sorunlar üzerinde duracağım, belki birinci sergimden izler taşıyacak ama farklı malzemeler ile karşılaşma sonucu  dönüşüme uğrayacak,  değişim gösterecek veya göstermeyecek. Gerçekten de  şimdiden bunu  bilmek çok zor. Tarz sanatçı içinde değişim gösterebilir.  Zaten göstermelidir de, değişmezse aynı  kalıplarda kalır demektir. O da sanatçının ilerlemesini engeller. Her seferinde farklı bir bakış açısı getiremezseniz, bir yenilik, bir farklılık yaratamazsanız veya öncesini aşamıyorsanız bir stile sahip olmanızın önemi yoktur diye de düşünüyorum. O zaman sergi açmanın da bir anlamı yoktur.

SY: SERGİNİZDE SUNDUĞUNUZ İŞLERİNİZE İSİM KOYDUNUZ MU?
ZŞ: Benim hiçbir işimin ismi yoktur. Sadece bir tane Lotus isminde bir çalışmam var. Mekan düzenlemesi üzerineydi. Biçimsel olarak benzediği için bu ismi kendiliğinden oluşmuştu. İsim koymak  alışılagelmiştir ama ben isim koymaktan kaçınıyorum. Doğrusunu isterseniz ne isim koyacağımı da bilemiyorum. Kafamda birşeyi tasarlarken, işe bir kadın figürü yapayım diye başlamıyorum.Yani belli bir konum yok. Şimdiye kadar yaptığım eserlerde daha çok varoluşçu hafiten de misitik  bir felsefeden beslendiğimi söyleyebilirim. Kendimin varoluşu, insanlığın varoluşu, evrenin varoluşu, nedenler-sebepler - sonuçlar, doğum- ölüm, yaşam ve anlamları gibi sorular beni besliyor. Ve tüm bunların ötesinde ben kimim ve ne yapıyorum, yapmaktayım. Dünyayı bir bütün olarak düşünüyor ve ayırmıyorum. Felsefe  ve sanatla ilgili teorik  kitaplardan, mistik romanlardan da besleniyorum.  Beslenme bunlarla da sınırlı kalmıyor. Müzikten, sanatsal boyutu fazla olan filimlerden, diğer sanatçıların yapıp eylediklerinden, yaşantılardan, karanlıklardan, ışıktan ve daha birçok şeyden  beslenerek  kendimce bir dünya yaratmaya çalışıyorum. Hepsinden de önemlisi kendimi sorguluyorum. İsim koymak benim için pek de önemli değil. İsim koymayı bazı açılardan da sakıncalı buluyorum ve konulan birçok ismin işi basitleştirdiğini, insanları da pasif hale getirdiğini düşünüyorum. İsim bir şekilde ortadaki nesneye bakışı belirliyor ve kısıtlıyor. İzleyiciye baştan çerçeve çizerek düşünce ve hayal kurma özgürlüğünü elinden alıyor. Onun da kendince okumalara gitmesine, anlamlara ulaşmasına engel teşkil ediyor.

SY: SİZCE SANAT MI YOKSA SANATÇI MI ÖZGÜNDÜR?
ZŞ: Aslında felsefik bir soru bu.Tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan hikayesine benziyor. Ancak sanat dediğimiz şey sanatçıdan çıkar. Bu yüzden ben sanatçıyı öncelikli ele alıyorum.Birincil önemli rol sanatçıdır fakat bu dönüşümlüdür. Sanatı yapan sanatçıdır ama sanat nesnesinin var oluşunu düşündüğümüz zaman sanatçı orada tek başına değildir.  Çünkü ortaya konan nesneyi algılayabilen, eleştiren, üzerinde düşünce üreten, yazıp çizen, ne olup olmadığını belirleyen başkaları da vardır.  Günümüzde sanat eleştirmeni, sanat felsefesi, sanat tarihçisi, sanat psikolojisi ve sosyolojisi denen  bilim dalları olduğu gibi sanatı da algılayan diğer   insanlar vardır. Sanatçının  ortaya koyduğu nesneyi alarak sanat yapan da bu disiplinlerdir diye düşünüyorum veya daha doğru söylemek gerekirse bu şekilde bakışlar ile sanat nesnesinin varlık gösterebildiğine inananlardanım.  Özgünlükse, sanatçı özgün olmalı ki sanatı da özgün olsun.

SY: EĞİTİM SIRASINDA GENELLİKLE KALIPLARA GÖRE YETİŞTİRİLİRİZ. PEKİ EĞİTİM SIRASINDA VE SONRASINDA SANATÇI BU KALIPLARDAN ÇIKABİLİR Mİ? KENDİNİ NASIL ORTAYA KOYAR?
ZŞ: Benim üniversiteden ayrılma nedenlerimden biri de budur. Çünkü sanatçı kimliğini kısıtlıyor. İlk başta okula girdiğinizde birşey bilmiyorsunuz. Onun için size ne veriliyorsa onu sorgusuz sualsiz alıyorsunuz. Eğer birşeyleri farketmeye başlarsanız, bireysellik ön plana çıkmaya başlıyor. Kafanızda, yaptıklarınızı biraz beğenmemeye, eleştirmeye başlıyorsanız, o kalıpların farkına varıp kırmaya başlıyorsunuz. Bence sanat denen şey de o kalıpları kırmakla ilgilidir.

SY: DEVLET SANATA VE SANATÇIYA YETERİ KADAR SAHİP ÇIKIYOR MU SİZCE?
ZŞ: Bu uzunca eleştirilecek bir konu aslında. Kıbrıs’ta ve Türkiye’deki genel durum pek iç açıcı değil . İstanbul’da son yıllarda  özel sektörün yardımıyla  bir atılım olumuştur. Özel  kuruluşlar inanılmaz bilinçlendiler. Sanata  yüksek meblağlarda paralar aktararak merkezler kuruyorlar ve bu kurdukları merkezlerde sanatla ilgili azımsanamayacak önemli faaliyetler sürdürülüyor. Fakat eğitim sisteminde, hükümetin yürüttüğü  devlet politikalarında  yeteri kadar yer almadığı için arka plan ve diğer  insanlar boşta kalıyor. Yani sırf birkaç özel kuruluşun katkılarıyla oluşturulan  faaliyetlerle bu boşluklar, eksiklikler giderilemiyor. Ülkemizde ne yazık ki bu konularda da oldukça sorunlar var.  Özel kuruluşların ve basının da bu işe yeteri kadar eğilim göstermesi gerekli.  Maddi katkılar sağlayarak  uzman kadroları oluşturması gerekiyor. Mesela bugün hiçbir gazetede doyurucu bir sanat sayfası  bulamıyorsunuz. Bu konuda herkesin üzerine düşen görevler var.Yani gündemde AB var, ama AB normlarına gelmemiz için doldurmamız gereken birçok boşluk var. Bunun için herşeyden önce sanat ve kültüre sahip çıkma ve geliştirme bilincinin yerleştirilmesi gerekiyor. Bugün Avrupa’da 12-13 yaşına gelmiş çocuklara literatüre geçmiş eserleri gösterdiğinizde o çocuk şaşırmıyor. Çünkü küçük yaştan itibaren sergilere, müzelere götürülüp, onların bilgi ve kültürlerini geliştirmeleri sağlanıyor. Bunun üzerine eğitim veriliyor. Bizde de bu sistemlerin kurulması şart. Barbarlık müzeleri dışında sanata dair kaç tane müzemiz var düşünmeliyiz. Günün  yeniliklerini  içinde barındıran farklı içerikli sergiler buraya taşınmalı ve oluşturulacak özel programlarla da yaratılmalı.  İnsanlara bu konularda bilgiler sunulmalı, yartatılacak tartışma ortamlarıyla sanata dair sorunlar konuşulup tartışılmalı. Çünkü böyle ortamlara gire gire, yavaş yavaş konuşmaya, görmeye, örnekler üzerinde düşünmeye ve bilinçlenme sürecine giriyorsunuz. Zaten sanat çok geniş bir kavramdır. Sanatta tek birşey yoktur, birçok şey vardır. Bunları bilmeli ve toplum olarak kültürel algı sistemine geçmeliyiz. Sanata va sanatçıya sahip çıkmak demek kültürümüze ve geleceğimize sahip çıkmak demektir. Eserleri odalara kapatıp kilit vurmakla veya sergi açılışlarında mantinler keserek sanatçı üzerinden boş boş politik söylemler atarak bunu geliştirmek mümkün değildir. Devletin ve yönetimlerin sanata ve sanatçıya muhakkak sahip çıkması ve önünü açması gerekir. Bunun için de uzun soluklu,  her açıdan düşünülmüş sağlam sanat ve kültür politikaları uygulamak zorunludur. Çağdaş sanat merkezleri kurmak ve  yıllardır biriken sorunları çözmek için gerekli uzman  katroları sağlamak devletin sorumluluğundadır. Fakat yeni yönetimden de bu doğrultuda hiçbir belirti görmüyoruz. Ne yazık ki durumlar  yine vahim.

SY: HAYAL GÜCÜNÜZ KUVVETLİ MİDİR?
ZŞ: Ben daha çok düşünüyorum. Bu hayal kurmak mıdır bilemem.Yani bir şekilde hayaller kurmak iyidir, kişiyi yaşama bağlar ya da geleceği hakkında yollar belirler ama şöyle söylemem daha doğru olur belki; ben hayal görmüyorum, hayali kurup gerçeğe dönüştürüyorum diyelim.

SY: DÜNYAYA  AÇILMAYI  DÜŞÜNÜYOR MUSUNUZ?
ZŞ: Bu konuda düşünmüyorum, böyle bir de çabam  yok. Çünkü burada önemli olan şizin çalışmalarınızın niteliği.  Dünyaya açılmam için önce benim sanatımın iyi olmasına ihtiyacım var. Ben enerjimi bunun üzerine yoğunlaştırmayı tercih ediyorum.  Eğer benim sanatım yeteri kadar iyi olursa zaten birileri gelir ve sizi bulur. Kapılar açıldıktan sonra bunu yaşadık. Bu işi bilenler gelir ve yaptığınız işle diyaloğa geçer, etkilenir, size teklifte bulunur ve siz de ya kabul eder ya da etmezsiniz. Bir de bu işin piyasası vardır. O piyasanın kendi içinde de kuralları ve tavizleri vardır. Piyasanın adamı olmak da ayrı bir şeydir, isterseniz bunlara girmeyelim, sonra  işimiz uzar.

SY: HEYKELCİLİĞİNİZİN DIŞINDA UĞRAŞLARINIZ VAR MI?
ZŞ: Evet şu anda Kıbrıs Araştırmaları Merkezinde yürüttüğüm görsel sanatlarla ilgili  birçok proje var. Bu konuda yalnız olmadığım için çok şanslıyım. DAÜ-KAM başkanı Ülker O. Vancı’ya sanat adına çok şey borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü bu konularda destek olması gereken ilgililer ortalıklarda yok. Hiç olmamış.   Kıbrıs’ın görsel sanatlarıyla ilgili , sanat ortamında olması gereken ama olmayan bir arşiv projesi sorunu var. Bunun yapılması ve tamamlanması lazım.  Geçmişi bilmeden geleceği nasıl kurabiliriz ki?. Bu alanla ilgili müze yok, arşiv yok, hiçbir görsel ve yazınsal kaynak yok. Bir de kültürümüzü korumaktan ve gelecekten bahsederiz. Siz kendi özünüzü bilmezseniz onun üzerine de birşeyler koyamazsınız. Bizim bu konuda hiçbir somut belgemiz yok. Bu yüzden bu arşiv projesini başlattık.Yaklaşık bir yıldır bununla uğraşıyoruz.Tamamlandıktan sonra bu arşivi dünyaya çalışmalarına başladığımız web sayfası aracılığıyla taşımayı düşünüyoruz. Açacağımız sayfada sanal bir müze gerçekleştirmeyi de planlıyoruz. Bir yandan da  2005’de yapmayı planladığımız sanat sempozyumuna hazırlanıyoruz. Bu arada hemen hemen her ay bir konferans sunuyoruz. Panelleri genellikle Kıbrıs’ın görsel sanatları üzerine temellendiriyoruz. Söyleşileri yurt dışından gelen uzmanlarla, dünyada sanatla ilgili son gelişmeleri ve kavramları hem teorik hem de görsel olarak taşımaya çalışıyoruz. Böylece bir taraftan kendimizi sorguluyoruz, bir taraftan da dışarıda ne varı ekleyip aradaki eksiklikleri görmeye, gidermeye çabalıyoruz. Kitaplaştırma çalışmalarımıza da yavaştan başladık. Bu konuda yurtdışından,  Ankara’dan bir de danışmanımız var. O’nun çabaları ve yönlendirmeleriyle, umarım ki hedefimize daha sağlam adımlarla ulaşacağız.

SY: BİLDİĞİM KADARIYLA  DERNEĞİNİZ VAR. İÇERİĞİ HAKKINDA KONUŞABİLİR MİYİZ?
ZŞ: EMAA adında bir dernek kurduk. Açılımı, Avrupa Akdeniz Sanat Derneği. Dernek sadece sanatçıların oluşturduğu bir dernek değil. Gençleri hedef aldık. Burda da yine tamamen sanat ortamında varolan sorunlar üzerine etkinlikler yapıp, sanata ilgi duyan tüm bireyleri aynı pota içerisinde toplama amacındayız. Hep birlikte sanat üzerine konuşma , öğrenme, bilgilenme adına sohbetler ve etkinlikler yapıyoruz. Uluslararası bağlantılar kurarak dünyayla iletişime geçmeye ve gençlerin önünü açmaya  çalışıyoruz. Yerimiz Lefkoşa’da ve herkese de kapımız açıktır. Her Cumartesi günü saat 15:00 te toplanıyoruz. Şu anda yaşayan ve oldukça faal olan tek sanat derneği demeyi de unutmadan belirtmek isterim. Ayrıca iki ayda bir EMAA sanat gazetesini de çıkararak gençleri sanat üzerine düşünmeye ve sorunlarının çözümünde katkı koymaya davet ediyoruz. Bu şekilde de en büyük sorunlarımızdan bir olan sanat üzerine yazma ve elestiri yapma mekanizmalarını yerleştirmeyi umut  ediyoruz. Son olarak şunu da eklemek isterim. Maddi anlamda yeterli katkıları toplarsak en büyük hedeflerimizden biri de çağdaş anlamda büyük bir sanat merkezi oluşturmaktır. Bu proje için şu anda karşımızda bulunan en büyük sorun sanat merkezi haline gelebilecek çok odalı büyük bir mekan. Yurtdışıyla da bağlantılarımız var ama bu uluslararası bağlantıları kaybetmeden hemen harekete geçmemiz gerekiyor. Bu konuda girişimde bulunduğumuz kültür dairesi başkanlığı  umarım gerekli duyarlılığı göstererek hemen sonuca gitmemizde yardımcı olur. Büyük bir proje ve gerçekleşmesi sadece bizim elimizde olan bir şey değil.

SY: SİZİ DİĞER SANATÇILARDAN AYIRAN ÖZELLİĞİNİZ NEDİR?
ZŞ: Biliyorum ki bende birçok sanatçının etkisi vardır. Genel olarak değil ama belki buradaki heykelci arkadaşlarımdan farkımı sorarsanız birkaç nokta bulabilirim.Taşı ele alış açısından bakarsak ,ben yüzeyleri parlatmak yerine dokuluyorum. Kendime ait dokusal bir form anlayışım var. Yüzeylerin üzerini zımparalamıyorum, güzelleştirmiyorum,  akıcı bir forma dönüştürmüyorum. Kafamda belli bir biçim olmadığı için betimlemiyorum. Figüratiflik hiç yok.  Direk taşın içine girmeye çalışıyorum. Bütünlük ve dengeler önemli. Yuvarlak formun baskınlığı  oldukça kendini belli ediyor.  Belli kavramlarım var,   bu kavramlar doğrultusunda sorguladığım şeyler var,  kadın oluşla ilgili sorunlar ve  bazı faklı duruşlar var.  Nesnelerimi sergilerken klasik bir biçimde sergilemiyorum. Stand üzerinde sergilemek yerine duvara da asıyorum veya duvar ile zemin arasındaki ayrılığı ortadan kaldırarak daha geniş bir mekan anlayışına ulaşmaya çalışıyorum.  Heykeli algılayabilemk için çevresinde dönmenize gerek yok. Tek merkezden, odaktan algılanabiliyor. Ortalarında hep bir boşluk, delik veya dokuların toplandığı, dinamizmin odaklandığı bir  merkez , bir  alan var. Tabi bunlar daha çok biçimsel ayrılıklar bir de bunların anlamları üzerine düşünmek gerek.

SY: ETKİLENDİĞİNİZ SANATÇILAR KİMLERDİR?
ZŞ: Bir dönem Mısır sanatı,  Minimalizim ve Land Art la ilgilendim.  Constantin Brancusi,  İsamu Naguchi, Alberto Giacometti, Osman Dinç, Serhat Kiraz gibi sanatçılarla  uzun süre hesaplaştığımı  biliyorum. Sanıyorum bunlar benim başlangıç noktalarım, atalarım.  Bunlarla birlikte Marcel Duchamp, Jusep Boyus, Warhol , Kosut,  Orlan, Ayşe Erkmen gibi sanatçılarla da hala bir sorgulama sürecini yaşıyorum. 

Röportaj. Cyprus Life dergisi (2004) 




In the last few years Zehra Şonya has been working with the light. In her work, the space accepting her art work is, also, the place for reconciliation between natural reality and the artist’s spiritual being. Her installations with the bright boxes or light items made of light-weight materials, transparent paper, tulle etc., establish new relations between the borders or the given architecture of any space and introduce the spectator to an environment of evocative atmosphere, structured with continuous passages from darkness to light.

Her formative education in sculpting had early enough turned her attention to the plastic quality of light. She showed extreme sensitivity in making light the tool with which she started to intervene in the natural environment, and gave the meaning of metal-plastic energy within the structured environment to the language of sculpture. Zehra Şonya’s bright items function as light points, as fields where shapes, figures and pictures are formed, where primary fabrications spring from a natural and intellectual energy that is concentrated in a point. Her item space is both microscopic and macroscopic in relation to the rest of environment, where they stand. From inside each bright box the picture is seen in the process of appearing, as if it is still at some remote formation point of infinity. At the same time, the sum of bright signs she puts up in space multiply the connecting points among the light points, thus creating a place where multiple forms of life, both  unconnected  and different, from and different, from an energy field that may have no boundaries. In reality, she seems to construct a series of counterpoints among different bright points, which give a new spiritual identity to architectural space.

Having light as a toll, Zehra Şonya offsets the roots of an attitude opposite creative action, which are connected to the value of inner search. The contrasts and differences of the materials and intellectual elements that from the artistic language compose the base on which the process of their reconciliation or collision acquires intellectual substance in each art work. As far as she is concerned, language is a means of transporting cultural perception on the contrasts of reality. Using the light she forms the picture or the deeper meaning of life we meet in oriental thinking, in which the unity of differences and, mainly, of contrasts is the essence of philosophy. The vital importance of light presupposes the passage from darkness.

Respectively, western thought has approached the subject of contrasts from many sides, underling the appearance of unity within contrasts, as these exist in many structures of western culture: Heraclites’ axiom about the mutability of elements   that lead to “everything is one” – Oedipus bringing to light the holy and unholy in his search for the truth which ends up in tragedy and redemption at the same time- the temple, which, according to Heideger, belong the architectural structure is the place where the relation between “birth and death, misfortune and good luck, victory and disgrace, perseverance and collapse” is established- while the light becomes building material in Byzantine architecture and unites the celestial world with the earthly one… All of these and many more light points in thought both in the east and in the west reveal the power of creation through the comprehension of contrasts as the ingredients of the search for unity.

Zehra Şonya’s bright work, a product of a daring course between the unlimited energy of her inner world and  her experience from her limited action due to the social reality in which she lives, in Northern Cyprus, acquires ecumenical significance within the global political scene of our modern world, where awareness of the light inside the unity of contrasts still blacked out.

Efi Strousa
Art critic, curator President of AICA Hellas
August 2005



Şonya ile Panayii Sergisi


Anlaşılması zor hatta anlaşılmaz dahası zaten anlam taşımayan yığınla “akademik” “bilimsel” entel kelimeyi yanyana altalta dizip övgü dolu! “akademik-bilimsel” bir yazı döşemek de olası. Ama hayır. Heycan verici. Kışkırtıcı. Soran ve yanıtlayan, arayan bulan bulamayan yine arayan sanatın didaktik bir kurulukla açıklanamıyan serüveninin çağdaş yaratıları.  İşte Zehra Şonya ile Nicolas Panayi ortak sergisi için, Cumhur Deliceırmak’ın tanımlaması bu.

Yıllardır bu kadar heycan verici, kışkırtıcı sıcak, duygulu ve tokatlayan okşayan, sarıp sarmalayan, kestirip atan saran, soran bir sergi görmedim ben. Tanzimat sokak 77 adresinde açılan sergi mekan ile sergilenenlerin birbirlerine yaslanan, yaslandıkları için de düşmek bir yana akan zamanlar ve buna uyum gösteren gösteremeyen herşeyi, yazık edilmiş hayatları ve onların izleri ile anlam kazanmış mekanları elbette ki zamanları da içselleştiren bir duruşla güçlenen birlikteliği yansıtıyor.

Gelenek- geçmiş, güne ve yarına yaslanarak yaşarken, yarın geçmişi yakarak küllerinden kendini yaratıyor. Arkasından/içinden ışık alarak, rüzgar dolarak aydınlığı çağıran yaratılar karşısında sarsılmamak olası değil. İnsan ve onun ruhsal ve bedensel özelinin kendine özgü serencamının sanatçı yaratıcılığı ile yorumlanıp yoğrulduğu bir sergi bu özel ve kamusal hatta evrensel eserlerin filozofisi biçim ile diyalektik bir ilişki kurarak vazgeçilemez sanat öğelerini ustalıkla denebilecek şekilde hallediyor. Yıllar önce yaptığım Adem’in Elması resminin çok boyutlu bir yorumlaması  olan (bu arada Zehra’nın bu resmimden haberdar olmadığını söylemeliyim) yaratıcılık karşısında dişil cinselliğin erekliğin bütün iktidar hırsına rağmen hayatın kaynağı olduğu ve derinlikli bir kavram/eylem olduğunu da kavrayabilmek hele de kabul edebilmek ikirli erkekler açısından sinir bozucu bir hakikat olarak karşımızda durmaktadır.

Parçalanmış hayatlar sorgulanıyor Nicolas Panayi ile Zehra Şonya sergisinde. Bu sorgulanmadan  hayatlarının parçalanmış talan edilmiş olmasına sessiz kalanlar hatta talancıları sesiz ve eylemsiz kalarak onaylayanlar da payını elbette alıyor. Bu yazdıklarımı sanatçılara sorsak açıklayamayabilirler bunda şaşıracak hiçbir şey  yoktur.
           
Onlar eleştirmen ya da toplum bilimci veya estetik bilimci değiller onlar sanatçıdırlar ve yaptıklarını bir de anlatmak yarattıklarına altyazı yazmak zorunda değillerdir. İnsan ve hayat ile ilişkisi üst düzeyde bir sergi. Gidin ve görün.

Cumhur Deliceırmak.
 28/5/05 Yenidüzen Turunc sanat eki










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder