“Rüyamda Bu Kadar Yorgun Değildik”
Sergisine Eleştiriel Bir Bakış Denemesi.
Zehra Şonya
zehra.sonya@gmail.com
Oscar Wilde “eleştirinin var olmadığı bir çağ ya sanatın atıl kaldığı,
katı kural ve biçimlerle, biçimsel tiplerin kopyalanmasıyla sınırlandığı bir çağdır
ya da tümden sanatsız kalmış, sanat adına hiçbir şeyin yaratılmadığı bir çağdır,”
sonucuna varır. Onun ‘sanatçı olarak eleştirmen’
görüşü, yaratıcı ile eleştirici düşüncenin
iç içeliğine olan inancının bir ürünüdür. Wilde’a göre özbilinç olmaksızın
sanattan söz edilemez ve özbilinç ile eleştirel bakış birdir. Benzer şekilde eleştirme yeteneği yoksa sanatsal yaratıcılık
olarak nitelemeyi hak eden hiçbir yetenekten de söz edemeyiz.
Wilde eleştirmeni sanatçıdan
daha üst bir noktaya yerleştirir. Ona göre
eleştiri yaratıcılığa oranla çok
daha fazla kültür birikimi gerektirir. Ayrıca eleştiricinin sanatçının boş bırakmış
olabileceği, anlamadığı, ya da tam olarak anlamamış olabileceği estetik veya
sanatsal forumları da tamamlayabileceğinden ve onları doldurabileceğinden emindir.
Eleştirmen açısından sanat eseri, kendisinin üreteceği yeni eser için bir
ilhamdır sadece. Bu noktada eleştiri, kendi için ve kendinde bir amaçtır.
Ona göre sırrını hemen ele veren eserler eleştirmende gerçek bir hayranlık
uyandıramazlar. Eleştirmen karşısında derin düşüncelere dalacağı, hayal kuracağı, örtülü ifadenin incelikli
ve maharetli karakterine sahip olan
eserleri tercih edecektir. Yetkin eleştiri ise sanat eserini, anlatmaya çalıştığı
şey açısından değil yarattığı etkiler açısından inceler.
Mehmet Erdoğan’ın EMAA Başkent Sanat Merkezi’nde açtığı “Rüyamda Bu
Kadar Yorgun Değildik” sergisi hakkında eleştirel bir bakış geliştirmeye veya
Wilde’ın da belirttiği gibi derin düşünceye dalarak örtülü veya gizli ifade ve
etki alanlarını peşine düşmeye çalışmadan önce, “Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı,
Katil” kitabının yukarıda da alıntıladığım
satırlarının bana ve okuyucuya yol göstereceğini umut ediyorum.
Öncelikle Erdoğan’ın sergisinin bu kadar fazla ilgi görmesinin ve ses
getirmesinin nedenlerini araştırmak gerekiyor. Ardından bu nedenlerin görsellerle
olan bağını ve bunların da sanatla olan ilişkisini sorgulamak ve bu noktadan da
bazı tezlere veya sonuçlara gitmek gerekecektir.
Şüphesiz Erdoğan’ın sadece kendi çevresi (sevenleri- arkadaşları-
akrabaları) tarafından değil, basın ve tanıdık olmayan ( Kıbrıs’ta sergi
izleyicilerinin hala daha düğünler
misali tanıdık kişilerce gezilmediğini kim söyleyebilir) sanatseverler tarafından da ilgi görmesinin
en büyük nedeni, fotoğraflarının da temelini oluşturan konseptidir. Başka bir
değişle yorgunlukla olan ilişkisi ve onu sorun edinmesidir. Böylesi bir konsept
soyut ve figüratif geleneğe sahip olan,
benzer konular çerçevesinde dolanan görsel sanat camiası ve toplumsal yapı içinde
başlı başına bir çekim alanı ve yenilik duygusu oluşturmuştur. Bununla birlikte
yorgunluk temasını soru kipi haline getirerek izleyenlere yöneltmesi, uzunca
bir süredir birçok politik ve sosyal sorunlarla boğuşan ve hiçbir olumlu sonuç alamayan Kıbrıslı
Türklerin içinde bulunduğu sıkıntıların da sorgulanmasına olanak tanımıştır.
Bunun da ötesinde ruhsal bir duygudaşlığa, manevi bir paylaşıma yol açmıştır. Herkes
bu konsept içinde kendini bulmuş ve kendini görmüştür. Bu da aslında sorun
edinen konseptin ne kadar da yaşayan gerçek/lik olduğu, hayata nüfus ettiği ile
ilişkilidir.
Mehmet Erdoğan’ın da belirttiği gibi sadece kendisi değil çevresinde yaşayan
herkes yorgundur. Modern yaşantılarda coğrafyalara göre yorgunluklar farklılık
gösterse de, her geçen gün artarak devam etmekte, bireyi tutsaklaştırmakta,
hayata karşı olan ilgiyi değiştirmekte, duygusuzlaştırmakta, yalnızlaştırmakta
ve belki de bizleri yaşayan ölülere dönüştürmektedir. Mehmet Erdoğan’ın fotoğraflarında
da izlenen etki budur.
Konseptin mekanla/yazıyla ve fotoğraf kareleri ile olan ilişkisine geçmeden
önce bir gerçekliğin altını daha çizmek gerekir: Mehmet Erdoğan’ın kapital/modern
yaşantının insan üstünde yarattığı yorgunluğu işlemeye başladığı sergi yolculuğunda
ilgi görmesinin bir nedeni de, sorun edindiği mekanizmayı çok yakından
bilmesine, çözümlemesine ve ayrıca onu
kullanma yollarını kendi lehine dönüştürebilmesine
borçludur. Mehmet kapital düzenin medya aygıtlarını ve satış stratejilerini
kendi sergisinin tanıtımı için kullanmış ve daha sergi açılmadan internet ortamında yarattığı imajlarla
seyirciyi yönlendirerek ilgi uyandırmıştır.
Yönlendiriş yorgunluk temasının
kavramsal boyutundan çok, Erdoğan’ın çocukluğuna ve özeline ait duygusal içerikle
ilgiliydi. Bu ilgi açılış sırasında gerçekleşen
video ve müzik performansıyla da duygusal açıdan tırmandırılmıştır. Merkezin giriş
kapısına asılan perdeden, çocukluğuna ait aile ile geçirilen mutlu anların belgelendiği
bir videonun müzik eşliğinde sunulması ve müzikle birlikte Simge Akdoğu’nun sergi
boyunca yaktığı ağıt, bu beklentinin gösteri kısmını oluştururken, ayni zamanda
yaratılan ağır dramatik atmosfer, etkilemek istediği kitleyi de en zayıf noktasından yakalamıştır. Kimileri
için ağıt katarsiz etkisi yaratmış, gözyaşları
tutulamayarak serbest bırakılmıştır.
Fotoğraf ve mekan kurgusu ile tezatlık oluşturan bu etkinin içerikle
ilgili sorgulamalara engel oluşturduğu ve açılış süresince konseptle birlikte
fotoğrafları ikincil sıraya ittiği düşünülmelidir. Başka bir açıdan söylersek;
sergiyi geçici bir nitelik kaybına uğratarak özde düşünce gerektiren eylemi zayıflatmıştır.
Yazı - fotoğraf- mekan ilişkisine geldiğimizde; konsepti bütünleyen ve çeşitlendirerek
izleyiciye sorunu farklı boyutlarda düşündürmeye çalışan sözcükler galeri
duvarlarına kömürle yazılmıştır ; ayni
zamanda kendisine ait yorgunlukları
haritaladığı bir de çizim eklemiştir. Böylece Amerika’da okurken başladığı fotoğraflarını
(kapital yorgunluklarını) öznelindeki duyarlılıkları da katarak genişletmiştir.
Belirtmek gerekir ki bu öznellik aynı zamanda yerelliği de içeriyor. İlk bakışta yazılar, birer not düşme,
bazı sorunların altını çizme duygusu uyandırıyor izleyende. Düşünceyi yönlendiriyor
ve derinleşmesinde ısrar ediyor. Kurgulayarak çektiği fotoğraflar ise yazılara
oranla çok daha şiirsel ve gerçeküstücü bir etki yaratıyor. Bu iki etki (yazı ve fotoğraflar) bir birini çeken aynı zamanda iten garip bir ilişki içinde. Fotoğraflar rasgeleliğe
ve sıradanlığa yer bırakmayacak şekilde düşünülerek çekilmiş. Birçoğu benzer düşünce çerçevesinde kurgulanmış.
Yorgunluktan bitap düşmüş (uyuyan) bir özne, ve öznenin çevresinde soruna gönderme
yapabileceğimiz mekansal kurgu; kimi
zaman hor kullandığımız doğa, kimi zaman içinde boğulup gittiğimiz şehir, kimi zaman kendi yalnızlığımız, evimiz, bazen
de kendi seçtiğimiz yolumuz, yaşamımız . Mehmet özne olarak fotoğrafların merkezine
kendini yerleştirmiş. Üstelik ya seyirciye sırtını dönmüş ya da yüzü dönükse
bile gözlerini kapatmış, başını çevirmiş. Hiçbiri izleyici ile karşılaşmak,
hesaplaşmak istemiyormuş gibi. Yorgunluğunun
ötesinde özelini, kendini, belki de yalnızlığını
saklıyormuş gibi.
Erdoğan galerinin sağında bulunan küçük odaya ise, açılışta gösterdiği
videoyu eski model bir televizyon kullanarak
göstermiş, çevresine ise geçmişinden izler taşıyan nesneler ve fotoğraflar
yerleştirmiş. Duvara yine odanın anlamını çoğaltarak iç dünyasını yansıtan bir şiir
eklemiş. Odaya televizyonu ve fotoğrafları
izleyebileceğiniz, duvardaki yazıları okuyabileceğiniz rahat bir de kanepe koymuş.
Hani eskiden birçok evde bulunan, kırmızıya çalan bordo kadifemsi döşemeye
sahip olanlardan. İnsan bu odaya girip kanepeye oturduğunda garip bir sıcaklık ve rahatlık hissetmeye başlıyor. Kendini Mehmet Erdoğan’ın odasında, geçmişinde,
düşüncelerinde yaşarken veya onları keşfe dalarken yakalıyor. Diğer taraftan
ise kendi yorgunluklarının farkına varması için bu oda, sanki bir mola sağlıyor,
günlük yorgunluklarımızı geçici bir süre için askıya alıyor. Bu noktada belki
de tekrardan başa dönerek açılışta gerçekleştirilen ağıt performansına geri dönmek
gerekiyor. Çünkü biçim dili ve etki alanı olarak farklılık taşısalar da sanırım
ikisi de kişinin kendi yorgunluklarıyla yüzleşmesi için katarsiz durumu yaratıyor.
Serginin bütününe baktığımızda kavramsal, yerleştirme, performans ve
video sanatlarından alıntılanan biçem dillerinin mekanda uygulandığını görüyoruz.
Şüphesiz sanat eğitimi almamış ve çağdaş sanat konusunda okumaları bulunmayan
Erdoğan’ın ortaya koyduğu performans, bilgi ve deneyim birikiminden çok, içsel
ve sezgisel bir gücün ürünüdür. Bu açıdan bakıldığında nahiftir, nahiflik biçem
dilini etkilemiş ve bütünlük sorunu ile öz/içerik - biçim arasındaki ilişkileri
sorgulanır hale getirmiştir. Diğer bir açıdan ise zeki, duyarlı, kendini ve çevresini
irdeleyen, sorgulayan, gözlemleyen ve düşünebilen bir bireydir. Bu nedenle kavrayışları kuvvetli
ve farklılıklar yaratabilen bir öznedir. Bu açıdan da bakıldığında nicelik artışıyla
birlikte nitelik sorunları yaşayan kısır sanat ortamında yeni bir nefes, heyecan
verici bir soluktur. Güçlü ve sorunlara temas eden kavramıyla, kavramın hakkını
veren fotoğraf kareleriyle, kendine bakışı ve
derdini sorgulama biçimiyle, sanatın özünü, gerçek nedenini yakalamıştır.
Oscar Wilde’dın bir düşüncesini daha sizlerle paylaşarak yazıyı noktalamak istiyorum. “Bir
eleştirmen kelimenin alışılagelmiş anlamında adil olamaz asla. İnsan yalnızca
kendisini ilgilendirmeyen, önemsemediği
konularda gerçekten tarafsız olabilir; hiç kuşkunuz olmasın, tarafsız
bir görüşün hiçbir değer taşımamasının nedeni de budur zaten.” İyi seyirler.
(13 Eylül 2011)
Sanat mı, zarar mı
?
Ülkemizdeki sanat eğitiminin ne kadar sorunlu olduğunu bilenler bilir. Özellikle
ilk okullardaki yanlış uygulamalar ve ardından orta okul ve lisede müfredatlarda
ders saati olarak azaltılan ve her nedense boşa geçen bir dersmiş gibi gösterilerek
etki yitimine uğrayan sanat dersleri, şüphesiz çıplak gözlerin göremediği
zararlara yol açmaktadır. Bu zararların boyutu toplumsaldır ve ülkenin geleceğini
tehdit eden düzeydedir. Öncelikle bir çocuğun
gelişim sürecini düşündüğümüzde, zararın
kişilik gelişiminde başladığı ve bu noktada önemli yer tuttuğunu
belirtmek gerekir. Sanatın (sanat eğitiminin)
yokluğu ayrıca duyarlı, kendini ve çevresini bilen, sorunları çözebilen, yaratıcı, düşünebilen, üretebilen, kültürel
birikimli ve entelektüel ihtiyaçlar içine
girmesi gereken kitlenin yetişememesine ve aslında bir ülkenin her açıdan itici
gücü, beyni, kalbi olacak olan kitlesinin ortadan kalkmasına kadar varan önemli
sonuçlar doğurmaktadır.
Sanatın sadece okullardaki yetersiz eğitimle ve etkinliklerle sınırlı
kalması, yaşamın farklı alanlarına ve
zamanlarına da sıçrayamaması diğer bir sorunu oluşturuyor. Her köyde bulunan
futbol sahası ve spor kulüpleri gibi, sanat ve kültür kulüpleri veya
merkezlerinin olduğunu hayal edersek, toplumun yapısının nasıl da değişebileceğini,
farklılaşacağını görebiliriz. Bu noktada ülkedeki belediyelerin böylesi
konularda temelsiz ve popülist yaklaşımlarla yaptıkları etkinliklerin katkıdan çok zarar verdiğinin de altını çizmek gerekir. Diğer yandan son dönemlerde
duyarlı ailelerin çocuklarını sanat kurslarına ve benzer aktivitelere yönlendirmeleri
sevindiricidir. Fakat aileler çocuklarının gelişimi için seçtikleri böylesi
kurslarda nerelere dikkat ediyorlar veya etmelidirler? Bu kursların ve
etkinliklerin de bilinçli olarak seçilmesi gerekiyor elbette.
Yapılan araştırmalarda çocukların daha çok gerçeklik evresi olarak adlandırılan
10-12 yaşlarında sanattan ve resim yapmaktan uzaklaştığını ortaya koymuştur. Bu
uzaklaşmanın nedeni benzetme kaygısının öne çıkması ve çocukların
hayallerindeki /gördükleri nesneleri fotoğraf gerçekliğinde çizmeye çalışmalarıdır.
Böylesi bir çaba resimlerde katılılık getirdiği gibi içerik olarak da özgün
olmaktan uzaklaşmasını sağlıyor. Bu çağda çocukların ‘iyi resim’ denilen şeyin!
görünen bir gerçekliğin kopyası olması gerektiği konusundaki önyargıdan uzaklaştırılması
önemlidir. Diğer yandan temel çizim tekniklerini öğrenen her çocuğun istediğini
de çizebileceğini unutmamak gerekiyor. 11-12 yaş öncesinde ise çok daha özgür
bir ortamın yaratılması şarttır. Çünkü öncesinde, çocukların algı ve kendi dünyaları
çok daha özgür ve sıra dışıdır. Kural tanımayan kocaman bir dünyaya
sahiptirler. Hangi yaşta olursa olsun çocukların yaptıkları eserler karşısında
olmamış, benzememiş, güzel değil gibi
olumsuz eleştirilerin verilmesi, onları sanattan ve yaratımdan uzaklaştıran en önemli
sorunlardan birini oluşturur. Unutmamak gerekir ki yapılan eserin iyi veya güzel olması görecedir. Büyüklerin gözü
ve beğenisi ile çocukların eserlerinin değerlendirilmesi ve bazı kalıplar içine
konulması sıklıkla yapılan hatalardandır. Bununla birlikte büyük gözünün değer
yargısına göre biçimlenen kıstasların aynı zamanda sınıf içerisinde çocuklar
arasında yaratığı ayrımcılığa da dikkat etmek gerekir. Son günlerde e-maillere düşen ticari bir kuruluşun
sanat eğitimi programında görücüye çıkardığı
ders içeriğinin 3. maddesi, bu ayrımcılığa iyi bir örnektir.
Kursun 3. maddesi söyle der: “ İkinci kurstan itibaren 1’er veya 2’şer çocuğun
ders başında “yıldız” olarak öne çıkması, onun ürettiği ürünlere dikkat gösterilmesi
ve o gün özel bir yerde oturup atelyeden sorumlu olması; ". Böylesi bir anlayış sınıf içerisindeki 1-2 çocuğu
ayrımcı bir yere koyarak yetenekli ve yaratıcı kılarken, diğerlerinin de
beceriksiz ve yeteneksiz olduğunu ilan etmekten başka bir işe yaramaz. Bu anlayış
diğer çocuklarda eziklik, kendine güvensizlik
ve örnek gösterilen çocuk/eser gibi olma/yapma durumuna
itmektedir. Ki bu da çocuğun özgünlüğünü tehdit eden ve iç dünyasını dışarı çıkarmasını
engelleyen bir sonuç doğurmaktadır.
“Her çocuk sanatçıdır” görüşü ayrımcılığın
ortadan kalkması ve çocukların kendi dünyalarını hiçbir kaygı gütmeden veya hiçbir
kalıp içine sıkıştırılmadan özgürce ortaya çıkarmalarını öngören bir sanat eğitimi
anlayışıdır. Burada önemli olan şey yıldız bir çocuk yaratmak değil, her çocuğun
aynı değerde olduğunu kabul ederek iç dünyalarını, algılarını ve hayal güçlerini
geliştirmek için özgür ortamları yaratmaktır. Çocuklar özgür ortamda bir
birlerinden ve kendiliğinden öğrenirler. Bu noktada öğretmen profilinin de öğreten
değil arkadaş olarak oynayan/gösteren/diyaloglar geliştiren bir profile dönüşmesi
gerekecektir.
Aileler çocuklarını yaratıcı ve geliştirici kurslara yollarken içeriklerine
ve verilen kursun temel felsefesine iyi dikkat etmelidirler. Özellikle yukarıda
anlatılmaya çalışılan olumsuz durumların yaşanmayacağına emin olmalıdırlar. Bu
durumların yaşanması çocuğun öz güvenini yitirmesine ve yaratımdan uzaklaşarak
kendini yeteneksiz ve işe yaramaz görmesine neden olacağı gibi, hayatının
sonuna kadar sanattan ve böylesi aktivitelerden de koparacaktır.
(Kıbrıs Gazetesi 6 Şubat 2011)
Nail Özlüsoylu, Devinim Nesneleri Sergisi
ve Kışkırtan Açıklamalar
Zehra Şonya
Ülkemizde tartışma
ve eleştiri kültürü gelişmediğinden, bir konu üzerine dile getirilen eleştiriler
veya görüş alış verişleri hep kötüye yorumlanıp insanlar arasındaki mesafeleri
artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Yine de bazı konularda tartışmayı göz
almamız gerekiyor diye düşünerek bu yazıyı yazma ihtiyacı hissetim.
Nail Özlüsoylu’nun bir süre önce yapmış olduğu “Devinim
Nesneleri” sergisini birçok sanatsever basında yer alan yazılardan takip etmiştir
diye düşünüyorum. Küratörü tarafından belli bir konsept ve düşünce çerçevesinde kurgulanan ve aslında
sanatsal anlamda da belli söylemleri ve iddiaları ortaya atmaya çalışan bu
sergi, sanırım ancak metinler aracılığı ile görünür ve tartışmaya açılır
olacaktı. Sergi açılışında orda olan birisi olarak, okumaya başladığınız bu satırlarda
sergide yer alan eserleri değil, küratörün tutumu ve iddialarını ele almayı
uygun görüyorum. Bu serginin birincil aktörü ve tek gösterisi, sergiyi
kurgulayan ve gazetelerdeki birçok yazının ve iddianın yazıcısı ve sahibi olan
Nail Özlüsoylu’dan başkası olmadığından, böylesi bir çizgide ilerlemek yanlış
olmayacaktır.
İtiraf etmem gerekirse bu konuyla ilgili daha önce de
yazmak istemiştim. Fakat o dönemlerde Ümit İnatçı’nın Afrika Pazar ekinde (18
Ocak 2009) yazdığı metin, birçok açıdan olayı ele alıp sorgulayan, ve sanat
okumaları yapan insanlar açısından oldukça öğretici ve doyurucu olan bilgilerle dolu
olunca, yazmayı gereksiz bulmuştum. Buna karşın Defne gazetesinin 14. sayısında
Bedia Kale’nin, Nail Özlüsoylu ile yaptığı röportajı okuyunca, bu düşüncemden
vazgeçerek bir iki önemli noktanın altını çizme
ihtiyacı hissettim.
Bedia Kale röportajında, adamızda sanat alanında bir ilkin
gerçekleştirildiği ve klasik sanat anlayışlarının dışında yaratıcı, özgün bir sergi
olarak bu sergiyi niteleyerek söze başlar. Aslında Bedia’nın bu şekilde söze başlamasının nedeni, Nail Özlüsoylu’nun
önceden metinleştirdiği ve birçok yerde karşımıza çıkan bildirisi ve söylemi ile
ilgilidir. Bu serginin yine küratörü
tarafından belirlenen diğer önemli savlarını sıralayacak olursak; adada ilk
olması dışında, klasik sanat kalıplarının dışına çıkmak, günümüzde sanat
nesnelerinin herhangi bir biçim veya form dışında her türlü obje ile yapılabileceğini
göstermek, farklı disiplinleri bir araya getirilmesi, enstelasyonların yapılması,
yeni ve ilk yapılacağı için galeri mekanının
dışında farklı bir mekan arayışına gidilmesi, serginin sağlam bir felsefeye
oturması, sanat eğitimi almamış gençlerle yapılması gibi değerlerden
bahsedildi. Öne çıkarılmaya çalışılan değerler Nail’in iletişim fakültesi öğretim
elemanı olması ve basınla kurulan ilişki neticesinde de öyle bir güzel süslenip
pazarlandı ki, sanki bu dile getirilenleri ilk defa duyuyor ve algılıyoruz yanılsaması
yaratıldı. Bunda bizim basınımızın konu
ile ilgili cahilliğini de göz ardı etmemek gerekiyor.
Serginin söylemlerini ne kadar karşılayabildiği ve başarısının
ne olduğu konusunda şimdilik bir yorumda bulunmayarak, kendi sanat tarihimizden
bazı örnekler vererek aslında bu düşüncelerin ne kadar eskiye dayandığını, ve
son dönemlerde de bu söylemlere dayanarak oluşturulan birçok serginin varlığını
işaret etme istiyorum. Belki böylelikle bu
yanılsama oyunu da sona erer ve tartışılması gereken esas noktaları görünür
kılabiliriz. [1]
Geçmişi irdeleyen metinler ve kaynaklar elimizde fazla
olmasa da, çok rahatlıkla toplumumuzda, bugün çağdaş sanat olarak
nitelendirilen ve Nail’in de altını çizdiği sanatsal değerlerin 1988 de Fluxus
grubu ile tartışmaya açıldığını söyleyebiliriz.
Grubun da üyesi olan Ümit İnatçı, geçen yıl açılan
“İsimsiz Tarih” sergisinin
panelinde Fluxus ismini iki nedenle seçtiklerini belirtir. Bunlardan
ilki Fluxus kelimesinin statükonun, başka bir deyişle statik yani durağan olanın
karşısında, devingenlik ve akışkanlık
anlamına gelmesi idi. Aslında yapmak istedikleri şey; o günün yerleşik sanatının
çok statik olduğuna dikkat çekerek, “resimliliği plastik sanatlarla pekiştirilmiş
değil de, daha çok bir tema etrafında dolanarak edebi bir ekspresyon şeklinde
ortaya konulan anlayışların dışına çıkmaktı. Başka bir deyişle resim ve pentür
geleneğinin dışında, farklı nesneleri araya sokarak, değişik materyalleri araçsallaştırarak üçüncü
boyuta kaymak ve o güne kadar kullanılan
sanat dilini kırmak istencine sahiptiler” [2].
Ayrıca bu sanatçılar açtıkları Fluxus sergisi ile eleştiri mekanizmasını başlatmayı
da hedeflemişlerdi. Bu nedenle genel beğeni anlayışlarına ters düşerek, ürküten
ve irkilten yapıtlar ortaya koymuşlardı. İlk enstelasyon denemeleri ve ilk “devrimci
manifesto” da yine bu grupla arşivlerdeki yerini almıştır. Ayrıca yaptığı işleri yok ederek arşivleme
imkanını bile ortadan kaldıran, buna karşın DAÜ-KAM görsel sanatlar arşivinde
toparlanan 3-4 eserinden de anlayabileceğimiz gibi, yine 80’lerde Cumhur Deliceırmak’ın
bu söylemleri bir fiil sanatında cesurca uyguladığı görülüyor. [3]
Bu iki örneğin dışında aklıma
hemen geliveren, yapıldığı dönemlerde büyük ses getirdiği söylenen Sanatta
Erotizm (1990) sergisi ve yine küratörlüğünü
Ali Akay’ın yaptığı “Geçişlilik” sergisi var. 5 senedir Kıbrıs’ta olduğunu söyleyen
Nail’in bu bilgilerden yoksun olduğunu düşünsek bile, takip ettiğini bildiğim
EMAA sanat dergilerine ve kendisinin de geçtiğimiz sene içinde yer aldığı ‘EMAA
Sergileri’ne tekrardan bir göz atmasını salık veririm. Bunu dışında uluslararası
bir sergi olan ve iki küratörün gerçekleştirdiği İnanç Sıçramaları sergisine, Ümit İnatçı’nın
metnini oluşturduğu Kutret-sizlik sergisine ve Serap Kanay’ın açtığı
enstelasyon sergisine tekrardan bir göz atması da yerinde olur. Bu arada
Ayhatun Ateşin’in yaptığı, adını şu anda unuttuğum diğer bir etkinlik de son dönemlerde
benzer söylemler üzerine inşa edilmeye çalışılan sergi ve etkinliklerdendir. Adı
geçen etkinlikler incelenirse Nail Özlüsoylu’nun mekan seçimi konusundaki tavrının
da hiç yeni olmadığı ve birçok kez alternatif mekanların sergi mekanı olarak
kullanıldığını görebiliriz. Nail’in bir ilki yapma iddiası daha vardı, o da Devinim Nesneleri’nin
sanat eğitimi almamış olan gençlerin katılımı ile gerçekleştirilmesidir. Bu
konuda da Haziran 2002’de sansüre uğradığı için 3 gün sergilenme şansının
yakalandığı, DAÜ kütüphanesinde açılan sergiye bakılmasını öneriyorum.[4]
Şimdi bu iddialar çürütüldüğüne göre, ve bu “ilk” yanılsamalarını bertaraf ettiğimize
göre, bu sergiyi hangi zemin üstünde var edeceğiz veya tartışacağız? Aslında
bir serginin başarısı hedeflerine ne kadar ulaştığı ile ilgilidir, bu hedefler çok
çeşitli olsa da genelde sergide bulunan eserlerin neliğinden hareket
eden ve alıcıya doğru gelişen bir sorgulama sürecinin varlığına işaret eder
veya etmelidir. Sanırım bizlerin (aslında basının) devamlı sürette gözden kaçırdığımız nokta budur.
Röportajda gençlerin gelişim
süreçleri açısında oldukça tehlikeli bulduğum ve sanat eğitimin adına da kabul
edemeyeceğim bir iki noktaya, kısa da
olsa değinmek istiyorum. Bunlardan ilki,
özellikle böylesi grup çalışmalarında en verimli olan veya beklenen, istenen şey,
farklı bireylerin sanatla ilgili tartışmalara girmesi ve kendi eserleri/düşünceleri
üzerinde yapılan tartışmalar neticesinde yeni keşiflere girerek düşüncelerini
ve tabi yapmayı planladıkları işleri kavram ve hedeflenen sanat anlayışları yönünde
geliştirebilmeleridir. Aynı zamanda bu gibi mekansal çalışmalarda mekanın
kendisinin de süreçte büyük bir rolü ve etkisi vardır. Eğer bir genç veya sanatçı
yaratım sürecinin başında düşündüğü şeyi hiçbir değişime uğratmadan olduğu gibi
yapıp sonuca ulaşıyorsa, ortada büyük bir sorun vardır demektir. Çünkü bu
durumun kendisi yaratım sürecine ters düşmekte ve yaratımın gerçekleşemediğini
işaret etmektedir. Gençler için ikinci büyük tehlike ise ortaya konulan işlerin
hepsinin iyi olması sorunudur. Daha doğrusu Nail’in röportajında söylediği
benim için kötü iş yoktur, ‘altına imza atmışsam hepsi de iyidir’ durumudur. Bu
büyük bir yanılsamadır, ve sanatçının gelişim sürecinin önünü tıkayan en tehlikeli
durumdur. Özellikle bu sergide gençlerin ilk defa böylesi bir sürece girdiğini ve
kendilerine yabancı olan üretim biçimlerini denedikleri düşünülürse; tam tersi
en büyük ihtiyaçları eleştiri almaktır ve ne yapıp ettiklerini veya yapamadıklarını
görmeleridir. Küratörün veya öğretici rolünde olan kişinin birinci yapması gereken şey
budur.
Bu sergide küratörlük denemesi
olarak kabul edilemeyecek durumlar da vardır. Öncelikle küratör dediğimiz kişi
seçici kişidir. Sadece konsepti belirleyip temel bir görüşe veya perspektife
oturtmakla kalmaz, Nail’in de yaptığı gibi sanatsal açıdan bazı değerleri ve
hedefleri ortaya koyar. Seçtiği sanatçılar ise belirlediği konsept ve değerler
içinde başarılı ürünler ortaya koyan veya koyma potansiyeli taşıyan kişilerden
oluşur. En azından hedeflenen değerlere sahip olan, onlara ters düşmeyen işleri
seçer. Bu da kişilerin önceden yaptığı projelere veya sergi için öngördükleri
proje taslaklarına bakılarak yapılır. Bu durum küratöryal sistemin olmazsa
olmazıdır ve en fazla tartışılan pozisyonudur. İkinci önemli nokta; eserlerin
sergi mekanına yerleştirilmesi ve bu alandaki sorunların çözülmesi durumudur. Küratör
her eser için uygun alanın ve fizikse koşulların yaratılması ve eserlerin bir
birlerini olumsuz şekilde etkilememesini sağlar. Beliren teknik ve mekansal sorunlar için
fikirler geliştirir ve çözüm önerileri sunar. Hangi işin nereye nasıl yerleşeceği,
sanatçıların da görüşü alınarak ve birlikte tartışılarak belirlenir. Bu
serginin biraz da panayır alanına bürünmesi ve birçok işin algılanma sorunu yaşayarak
birbirlerini olumsuz etkilemeleri, bu konudaki tartışmaların grup içinde yapılmadığı
veya çözümlenemediği gerçeğini doğurur. Üçüncü nokta ise; küratörün işlevi veya
amacı sorunudur. Küratörün burdaki amacı ele aldığı sanatsal sorunları tartışmaya
açabilmesi ve seçtiği sanatçıları bu değerler doğrultusunda irdeleyerek geniş
kitlelere taşıyabilmesi, sorgulatabilmesi ve böylece toplumun sanat anlayışını
biraz olsun genişletebilmesi ile ilişkilidir. Yoksa gazetelerde boy gösterip
kendi reklamını yapmakla ilişkili değildir.
Yenidüzen Sanat eki, 28 Mart
2009
[1] Bkz.
Ümit İnatçı, “Devinim Nesneleri Sergisi Üzerine” Afrika Pazar Eki, 18 Ocak
2009.
[2] “İsimsiz Tarih Panel Sunumu”,
Ümit İnatçı, ses kaydı, DAÜ-KAM Görsel Sanatlar Arşivi, 2008.
[3] Bakınız; K.T.F.D III. Resim
ve Heykel yarışması kataloğu, EMAA Sanat Dergisi, 2. Sayı, kapak resmi.
[4] Zehra Şonya; “17 Haziran 2002
D.A.U Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü
Heykel Sergisi ve Düşündürdükleri”
Kıbrıs Gazetesi, 10 Ekim 2002.
Başsız Gövdeler
Zehra Şonya
Doğu Akdeniz Üniversitesi Eğitim Bilimleri bölümünde son iki senedir
“Sanat ve Estetik” başlığı altında bir ders işleniyor. Öğretmenlik eğitimi alan
gençlerin müfredatına zorunlu olarak konulan bu dersin önemi bence oldukça
büyük. Bu büyüklüğü başka bir yazının
konusu ederek bir tarafa koyup, ders bağlamında işlediğimiz kitabın kadınlara
ve kadına yakıştırılan sanat dallarıyla ilgili olan bölümlerinden bahsetmek istiyorum.
Aslında Larry Shiner’in kalema aldığı ‘Sanatın İcadı’ adlı kitabı
öğrencilerime zorunlu tutmamın iki büyük nedeni var. Bunlardan biri sanat ile
zanaat ayrımını tarihsel perspektif içinde ele alarak nasıl ayrıştığını,
değişen değerleri ve bu değerlerin kavramsal boyutlarını akıcı ve herkesin
anlayabileceği bir dille ortaya koyması, ikinci bir nedeni de çarpıcı
örneklerle modern sanat sisteminin oluşum serüvenini ele alarak, başta ortaya koyduğu sorunsalını
günümüze kadar getirerek çözümlemeye ve kendince yeni bir sanat sistemi
olanaklı mı sorusuna cevap bulmaya çalışmasıdır. Bunu yaparken de kadın
sorununu hiç ihmal etmemiş ve her dönemde kadının pozisyonunu da sorgulayarak
bulgularını ortaya koymuş.
Yazar, ortacağda sanat ile zanaat arasında hiçbir ayrımın
gerçekleşmediği gibi, kadınla erkek arasında da üretim açısından bir ayrımın
olmadığının altını çiziyor. Ne var ki o
dönemlerde dine dayalı ve sipariş üzerine üretilen eserlerden ve bunların
gerçekleştiği imalathanelerden bahsedebiliriz, ki bu imalathaneler de loncalar
sistemine bağlıdırlar. Loncalardaki kadınlar ise erkekler kadar söz hakkına
sahiptirler ve diledikleri ticari atılımları yaparak bağımsız
hareket edebilmektedirler.
XIV ve XV yüzyıllara gelindiğinde sanat ile zanaat arasındaki ayrım
yavaş yavaş gerçekleşirken, kadın ise üretim sürecinin dışına itilmeye ve erkek
egemen loncalarda varolan üyelikleri dışlanmaya, kimi zaman erkeklerin ısrarı
neticesinde şehir yönetimlerinden bağımsız iş yapmalarını yasaklayan fermanlar
çıkartılmaya başlanıyor. Rönesansa gelindiğinde ise kadına bakış tamamen
farklılaşıyor. Kadınları ‘Havva’nın tehlikeli kızları’ olarak gören Ortaçağ
cinsiyet farklılığı teorisinden, Rönesans’ın, ‘kadınların birincil işlevi çocuk
bakımı ve ev işlerinin idaresidir’ ideolojik yapısına geçiliyor, bu şekilde de
kadın üretim sürecinin dışına itilerek kamu iktidarını erkeğe bırakmış
oluyordu.
Rönesans’ta sanat ile zanaat arasındaki ayrım belirgin halde
gerçekleşmeye başlarken bu değişimlerin bağımsız yaratıcıya ilişkin modern
ideallerden çok uzak olduğu, yazarın diğer bir saptamasını oluşturuyor. Sanat
ile zanaat arasındaki esas bölünme XVIII yüzyılda gerçekleşiyor ve eski
sistemde olması gereken ideal nitelikler ayrışarak esin, hayal gücü, özgürlük
ve deha gibi bütün şiirsel vasıflar sanatçıya atfedilirken, beceri, kurallar,
tatlit ve hizmet gibi vasıflar da zanaatçiye kalıyordu. Sanatçı/ zanaatçi
bölünmesinden sora ise zanaatin kadınlaştırılması melesi işe karışıyor.
Bu dönemde erkeklerin entelektüel güçlerinin geliştirilmesi, kadınların
ise amatör dikiş nakış, dans, şarkı söyleme ve çizim “uğraşısı” öğretilmesi
yaygın bir durumdu ve ideal olandı. Rönesansta zanaatçılık kadınlaştırılırken
profesyonel sanatçılığa soyunan kadınlar için ise yalnızca portre ve çicek
resimleri ya da roman ve kısa lirikler gibi daha alt türlerde kabiliyetli
olabilecekleri yargısı hakimdi. Daha sonraları özgünlük, hayal gücü ve yaratım
anlayışları bir araya gelip modern-sanatçı
idealini oluşturunca kadınların dahi olamayacağını savunan yeni iddialar
da ortaya atılıyordu.
Dönemin Fransız yazarlarında Rousseau; “Genel olarak kadınlarda ...deha
yoktur....[çünkü] ne ruhu süsleyip tutuşturan semavi ateş ne de gelip insanı
esir alan esin .... vardır kadınlarda” diyebilmiş, William Duff ve onun gibileri
ise bu görüşü doğrularcasına kadınların dahi olmalarının imkansız olduğunu,
çünkü kadınların sanat için vazgeçilmez olan hayal gücünde var olan yaratıcı güç ve enerjisinden yoksun
olduklarını vurguluyorlardı. Kant ise kadınların sanatdaki duygusal şeylere
tepki verebilecek nitelikte olduklarını, fakat güçlü bir kavrayıştan yoksun
olduklarından ancak saçmalayabildiklerini dile getiriyordu. Zira Kant’a göre,
güçlü bir idraki olmayan sanatçı ancak saçmalayabilirdi. Rönesansta kadına
karşı bakış ve yargılar bu şekilde uzayıp gidiyor.
Konumuz açısından altı çizilmesi gereken sonuç, Rönesanstan başlayarak
kadının yapabileceği sanatların belirlenmiş olmasıdır. Bunlar da ikinci sınıf kültürel ürünler
olarak kabul edilen edebiyat alanında mektup, kısa romanlar, perili cinli
masallar ya da aşk serüveni gibi “dişil”
türlerdi, (destan ve trajedya eril türlerdi) güzel sanatlarda (resimde) ise en iyi ihtimalle portre ve çiçek resimleri
çizmeleri uygun görülüyordu. Kadınlar daha çok, dikiş nakış ve zanaat yönü fazla olan el işlerine
yönelebilirlerdi. Bu sistemin dışına
çıkan kadınlar ise (Güzel sanatlar gibi ‘erkek’ işleriyle uğraşan kadınlar) ya
toplumsal düzeni tehdit eden bir şüpheli olarak görünüyor ya da yalnızca “aslında” kadın bedenine girmiş
erkek ruhları olduklarından dolayı kabul ediliyorlardı.
Kitapta bu kıyaslamalar tarihsel perspektif ve oluşumlar içinde
günümüze kadar geliyor, biz ise bu
noktada duralım. Duralım! çünkü bizim günümüzde özellikle kadın
örgütlerimiz tarafından düzenlenen etkinlikler ve onun da ötesinde sanatı
bulaştırarak yapılan faaliyetlerdeki içerikleri, yukarıdaki perspektifler
doğrultusunda incelemek ve bazı gerçeklikleri görmek durumundayız. Bunun
yanında sanat uğraşısı içinde olan kadınların durumunu da incelemeliyiz. Sanırım
bunu yapmaya başlarsak genel anlamda kadınların ve kadın örgütlerinin
kendilerini konumlandırdıkları yerin tam da Rönesans gerçeğine uygun olduğu ve
sanat anlayışı yönünden de zanaat/ikincil sınıf kültürel ürünler
ağırlıklı geliştiğini görmemiz zor olmayacaktır.
Kadınlar ve kadın örğütlerinin sanırım kendilerine sormaları gereken
soru, erkek dünyası tarafından biçilen bu rollerin farkında olarak onları
doğrulayan değil, tam da bu doğrulamanın dışında birey olarak kendilerini
keşfetme ve varetme yönünde ortaya koymaları gereken alternatifler üstünde
düşünmeleri, süs, kol, ayak, bacak, vitrin olmaktan kurtularak baş olmaya, en
azından kendi kendilerinin başı olmaya başlamalarıdır. Bu örgütler ayrıca sanatı vitrin gibi kullanarak ülkemizdeki
sanata ve sanat anlayışlarına da zarar verdiklerinin farkında
olmalıdırlar.
(2 Aralık 2008)
Süpermarkette bir sergi açma olasılığı üzerine düşünceler
Zehra Şonya
Çoğu zaman sanatın toplumdan kopuk olduğunu söyler dururuz, bu kopukluktan şikayetçi olduğumuz da aşikardır. Hem sanatçılar şikayetçidir hem de toplumdaki kişiler bunun bilincindedir. Ülkemizde sanat-toplum ilişkisinde oluşan bu kopuklukta, senelerdir uygulanan eğitim sistemindeki yanlışlıkların ve politikaların meydana getirdiği olumsuzlukların payı şüphesiz ki büyüktür. Bu kopukluk Lemar süpermarkette açılan “Ben, Sen, O” sergisinde ise tüm çıplaklığı ile kendini ele verdi. Sanatı sokağa çıkarma ve kamuya ait mekanlara taşıma politikası, EMAA’nın Sanat LefkoşA’da başlıklı etkinliğinin bu seneki hedefleri arasındaydı. Bu nedenle Lilith grubunun bir süpermarket veya alışveriş mekanında açmayı hayal ettiği sergi, etkinliğin heyecan verici sergilerindendi.
Sanat tarihine göz attığımızda, sanat- toplum ilişkilerinin modern sanat denilen süreçte, diğer dönemlere oranla çok daha fazla kopukluk taşıdığı söylenebilir. Post- modernler ise bu durumu fark ederek sanatı tekrardan toplumun yaşayan bir parçası haline getirmek için girişimde bulunmuşlar ve yeni uygulamalara yönelmişlerdir. Bu yönelişler sanat adına devrimci gelişmelere de neden olmuştur. Galeriler ve müzeler protesto edilmiş, yeni sanat dalları yaratılarak sokağa inilmiş, politik eylemlerle sanat harmanlanmış, insanların yaratıcı eylemlere katılması ve deneyimler elde etmesi için her türlü araç gereçten yararlanılmış ve hatta sanat durağan olmaktan çıkarılarak deneyimlenen, akışkan ve değişken bir hale de getirilmiştir.
Şok/dikkat etkisi yaratarak düşündürmek ve soru sordurmak üzerine işler üreten Lilith grubu da, sanatı hem farklı deneyimlemek hem de deneyimletmek için ikinci sergisini alışveriş mekanında açmayı uygun görmüştü. Lilith grubu üyelerinden biri olarak devamlı surette çağdaş sanat yapılarını sorun edindiğimizi ve kendimizi yeni uygulamaları deneyimlemeye adadığımızı söyleyebilirim. Bu uygulamalar yine dert edindiğimiz toplumsal sorunlar çerçevesinde gelişip şekilleniyor.
“Ben, Sen, O” sergisi de kimlik sorununu merkeze alarak kendini ve ötekini dert edinen bir içerik sunuyordu. Amacımız sanatı, derdi sanat olmayan kalabalıklarla buluşturmak, sıradan insanların gündelik yaşantılarına yerleştirerek tavırlarını gözlemlemek ve çağdaş sanat uygulamaları ile ilgili deneyimlerini geliştirmekti. Bu düşünce bizi oldukça heyecanlandırmıştı ve aynı heyecanı Lemar süpermarketlerin genel müdürü Sayın Hüseyin Ergin’in duymasıyla da ümitlerimiz artırmıştı. Sonuç olarak Kuzey Kıbrıs’ta yaşıyoruz ve buralarda çağdaş düşünceye sahip kültürlü yöneticiler bulmak neredeyse imkansızdır. Hele konu sanat olursa durum çok daha vahimdir. Aslında Kuzey Kıbrıs Turkcell’in kalabalıkların ilgi alanına girmeyen görsel /plastik sanatlara sahip çıkarak yatırım yapması ve bizlere tam destek beyan etmesi de bizim için böylesi bir değişimin olacağı inancını kuvvetlendiriyordu.
Bu gibi sergilerde eserlerin mekana yerleşmesi, çözümlenmesi zorunlu olan birçok teknik sorunu beraberinde getiriyor. Bu konuda da Hüseyin Bey’in katkıları grubu etkilemişti. Sergi bizim de önceden hesaplayamadığımız bazı teknik sorunlara rağmen en nihayet kuruldu. Ne var ki kurulması ile birlikte sorunlar da başladı.
İlk tepki Ateş Kozal’ın video çalışmasında 1-2 saniye görülen penis görüntüsüne geldi. Müstehcen bulunması çocukların varlığı düşünüldüğünde sanatçısı tarafından da kabul edilir bulundu ve o sahne flulaştırılarak sansür uygulandı. Bu sorunu tam aştığımızı sanmışken ikinci sansür Kadir Kaba’nın ses kolajına geldi. Kadir Kaba yabancılaşma konusunu pazarlardaki manavların çığırtkan seslerini kolajlayarak gerçekleştirdiği ve Lemar’ın sebze-meyve satan bölümünde uyguladığı ses kolajıyla gerçekleştirmişti. Bu bölüme giden müşteri eski zamanların açık pazarlarını anımsatan ses kolajını ara ara kısık sesle işitir buldu kendisini. Ne var ki Kadir Kaba bu ses kolajında sadece Türk’ün çığırtkanlığını değil, Kıbrıslı Rum’un çığırtkanlığını da eklemişti. Bu eseri sansüre uğratan işte barış görüşmelerinin yeniden başladığı şu günlerde eserde beliren 1-2 dakikalık Rumca bir sesti. Lemar satış müdürü bu sese karşı müşterilerin tepki koyduğunu ve bu nedenle sesi kapattıklarını söyledi. Müşteri memnuniyeti ne de olsa her şeyden önemlidir dendi. Tam da bu kadarı da olmaz diye içimizden geçirirken Ateş Kozal’ın video çalışması ikinci kes sansüre uğrayarak yeniden kapatıldı. Bu defa sorun ne diye sorduğumuzda yine 1-2 saniye ekranda beliren Kıbrıs bayrağından rahatsızlık duyulduğunu/duyulabileceği ve o sahnenin de video çalışmasından çıkarılması gerektiği vurgulandı. Bu şartlar altında bizler de sergiyi kapatma kararı aldık. İlginçtir biz bu kararı almadan Lemar çalışanları zaten diğer video art çalışmalarını da karartmayı uygun görmüşlerdi. Sergi, Lemar çalışanlarının gözünde saçma ve işe yaramaz olarak nitelendirildi.
Peki bu yaşadığımız süreçten ne çıkarmalıyız? Bu sergiyi ve gelişen tavırları nasıl yorumlamalı veya okumalıyız?
Öncelikle insanların Rumca ses kolajına karşı gösterdiği tepki, bizim açımızdan kabul edilir bir durumu içermiyor. İnsanların hoşgörüsüzlüğü ve eserde dahi Rumca sese tahammül edemeyerek tepkiler koymaları, barış görüşmelerinin yeniden alevlendiği şu günlerde üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken büyük bir sorunu işaret ediyor. Ayrıca bu durum faşist görüşlerin ne kadar da içimizde köklendiğini, daha doğru bir deyimle kökleştirildiğini gösteriyor. Bu yaşanılanları, yıllardır izlenen ve hâlâ izlenmekte olan politikaların istenen sonucu olarak da kabul etmemiz olası. Sonuçta dağ, taş, tepeler boş yere bayraklarla donatılmamıştır ve boş yere insan yapısıyla oynanılmamıştır. İşin garip tarafı ise bu insanların bazılarının Kıbrıs pasaportlarına sahip olmaları, Güney’e geçerek marketlerde alışveriş yapmaları, restaurantlarda karınlarını doyurmaları, hastahanelerinde bakınmaları ve hatta Rumlarla hoş-beş etmeleridir.
Bu olay bize sermaye ile sanat arasındaki ilişkilerin ancak ne boyutta olabileceğini de göstermektedir. Lemar yöneticileri gösterilen tepkiler karşısında en kolay yolu seçerek işleri sansürlemeyi ve kapatmayı uygun görmüştür. Çünkü para onların tek konuşabildiği dildir ve bu sanatın dili ile uyuşmamaktadır. İnsanların geri kalmışlığı ise ülkedeki eğitim ve kültür politikaları düşünüldüğünde son derece normal ve kabul edilebilir bir durumdur. Yine de ortada olan ve algılayamadıkları (!) bu yapıtlara biraz daha hoşgörüyle yanaşmaları ve anlamaya çalışmaları beklenilen sonuçtu. Olmadı...
Not: Bu yazıdaki görüş ve düşünceler sadece yazarına aittir, herhangi bir grup ve derneği bağlamamaktadır.
(04.10.2008 Yenidüzen Sanat eki s.10)
UNCOVERED Sergisi Üzerine
Zehra Şonya
UNCOVERED sergisi
üzerine düşünmeye başladığımda, birincil olarak kendime sorduğum sorular serginin önemi ve anlamının ne olduğu, neyi
ifade ettiği üzerine yoğunlaşmıştı. Savaş sonrası Birleşmiş Milletler'in
korumasına bırakılan, bir zamanlar iki
toplumun ortak kullandığı ve aslında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin önemli bir de
modernist vitrini olarak gururla dünyaya
sunduğu Uluslararası Lefkoşa Havaalanı üzerine temellenen bu projede, üç önemli
sorun da ele alınarak temel oluşturuyordu. Bunlar havaalanı ile ilişkili
düşünülen kontrol mekanizmaları,iki toplumun ortak paydaları ve bellekti. İlk
bacağı yerel sanatçılarla gerçekleşip ardından uluslararası boyuta varması ve aynı mekan(havaalanı) ve sorunların diğer
ülke sanatçıları ve küratörleri tarafından da ele alınması düşünülüyordu. Bu
iki özellik sanatcı olarak sergiye ilgi duymama yetecek derecede önemliydi ve heycan vericiydi.
İkinci bir aşama
olarak, bu serginin önemi ve anlamını sorgulayıp netleştirebilmek için benzer
diğer etkinliklerle karşılaştırmam gerekliliğiydi. Belleğimi yokladığımda iptal
edilen Maifesta 6 ile Leaps of Faith sergisi aklıma geldi.
Hatırlanacaktır yakın
geçmişimizde dünya sanat ortamında bilinen ve önemli çağdaş sanat etkinlikleri
içerisinde yer alan Manifesta 6, 2006 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin müdahalesi
sonucu son anda küratörlerin elinde kalarak kendi tarihinde görülmemiş bir
olayla, sansürle karşılaşmış ve sorunlar çözülemediği için iptal edilmişti. Manidardır,
o dönemlerde tartışma konusu olamasa da kontrol mekanizmaları etkinliğin
kaderinin belirleyicisi olmuştu. Manifesta’nın iptal edilmesinin en önemli
nedeni, işgal atında olarak nitelenen Kıbrıs’ın kuzeyinde (KKTC’de), etkinliğin
bir parçası olarak açılması düşünülen çalışma mekanının/okulun kiralanması girişimiydi.
Bir başka güncel
sanat etkinliği de, yine iki küratörün ortak kurguladığı Leaps of Faith (İnanç
Sıçramaları) ismini taşıyan uluslararası çağdaş sanat etkinliğiydi. Bu etkinlik
kapıların yeni açıldığı ve Kıbrıs’ın dünyanın gündemine girmeyi başardığı,
değişim ve barış çığlıklarının yüksek perdeden dillendirildiği, şimdi dönüp
geriye baktığımızda ise hala kafalarda soru işaretleriyle anlamlandırmakta
zorlandığımız o müthiş (!) günlerin gerçekleştiği dinamik ve pozitif dönemlere
denk gelmişti. 2004 yılında, İnanç Sıçramaları sergisi ile Kıbrısı’ın kuzeyi ilk defa olarak uluslararası boyutta
gerçekleşen bir çağdaş sanat sergisi ile tanışmıştı. Benzer şekilde Manifesta
6, 2006 yılında iptal edilmiş olsa da
çalışmalar 2004 yılında başlamıştı.
2011 yılının son
aylarında gerçekleşen UNCOVERED sergisi zamanın getirileri düşünüldüğünde
önceki iki önemli çağdaş sanat etkinliği ile ters ilişkili bir psikolojide ve
politik ortamda gerçekleşmişti. Başka bir değişle iki toplumlu etkinliklerin
gözden düştüğü, moral değerlerin çöktüğü,
barış ve değişim inançlarının sıfırlandığı, ekonomik sıkıntıların
başgösterdiği kötü bir dönemde gerçekleşmişti.
Büyük bir bütceye sahip değildi ve en azından ilk adımı uluslararası olarak kugulanmamıştı. Etkinlik
öncesinde gazetelere yansıyan büyük söylemleri olmadığı gibi, ilgi çekmek ve
sorununu tartışarak gündem yaratmak gibi bir kaygı da gütmemişti. Diğer iki
etkinlik gibi alternatif bir söylem yaratma,
farklı yaşantıların yolunu açmak,
yeni bir anlatım dil yaratmak, alternatif olmak ve benzeri pozitif
söylemleri de yoktu serginin. Bununla birlikte kendisine edindiği nesnesi
(havaalanı) ve konsepti (kontrol
mekanizmaları,ortak paydalar ve bellek) yerel sorunların ve adadaki
çözümsüzlüklerin konuşulup tartışılmasına, politik çıkmazların altının çizilmesine, yaşatılamayan ortak
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin akıbetine, geçmişe (tarihi yeniden sorgulamaya),
kaybedilen yaşantılara, iki toplumun
ortak geleceğinin hazin durumuna tekrardan bakmayı zorunlu kılımıştır.
UNCOVERED, yerel
sorunlardan ve sanatçılardan yol almayı tercih etmekle diğer iki etkinlikten
ayrılırken, oldukça önemli bir de arşiv çalışması içerisine girerek sorunlarını
derinleştirmiş, kendine sağlam temeller kurarak önemli bazı gerçekliklerin
günyüzüne çıkmasına imkan yaratmıştır.
Sanatçıların arşiv çalışmasında yer alması,
biriktirilen bilgi ve görsellerden yararlanarak eserlerinde
dönüştürmesi, elde edilen bulguları paylaşmaları eserlerin varlık nedenine etki
ederken, ortak bir amaç ve hedef etrafında yoğunlaşmalarını
da beraberinde getirmiştir. Eserlerin
ikisi hariç diğerleri birlikte
araştırma, çalışma ve küratörlerle yapılan tartışma sürecinin ürünü olarak
ortaya çıkmıştır.
UNCOVERED üzerine
çalışılırken, ele aldığı üç sorununun
sürecin içinde sıklıkla yaşandığı ve
hala ada hayatına nüfus ederek yaşantıları belirlediği bir kez daha
kanıtlanmış oldu. Proje ilk başladığı andan itibaren Birleşmiş Milletler’in
(UN) kontrol mekanizmalarına takıldı, sergi mekanı olarak kullanılmak istenen
terminal binasının reddi, sonrasında da birçok defa çıkarılan engellerle şekil
değiştirmek zorunda kaldı. Sanatçıların
havaalanını gezebilmesi ve gerekli çalışmaları yapabilmeleri için özel izinler çıkarıldı, iki saatlik süreçlerde gözetmen nezaretinde
mekandaki araştrımalarını sürdürdüler.Yağmalanan ve yıkım halinde olan bina
içerisinden sergilenmek için çıkarılmak istenen eşyalara izin verilmeyince,
sanatçılar yanlarında taşıyabilecek nesneleri almayı başardılar ancak. ( İşin
komik trafı bu demirbaşların Kıbrıs Cumhuriyeti’ne kayıtlı olduğu ve ancak
oradan gelecek izinle almanın mümkün olabileceği bildirilmiştir.) Ardından yine
ara bölgede bulunan ve havaalanı ile aynı kaderi paylaşan eski bir mekanın,
sergi mekanı olarak kullanılmasıyla adadaki kontrol mekanizmaları yeniden
devreye girdi. Mekanın sol tarafı kuzeye baktığından ve Türk askerleri o
bölümde yürüyen hiçbir canlıyı görmek istemediklerinden kullanılamadı.
Koridorların bazıları kum torbaları ile kapatıldı. Son dakikada her pencereye
‘fotoğraf çekilmesi yasaktır’ tabellaları asıldı. Bu da yetmedi açılışa iki gün
kala UN’in asker kanadı eserleri denetlemeye geldi. Bu denetleme süpriz olmuştu
biraz. Çünkü eser içerikleri aylar öncesinden içeriye bildirilmiş, yazılı
metinler de gönderilmişti. Bu noktada Pavilina Paraskevaidou’nun seçerek sergiye dahil ettiği Erhan Öze’nin eserinin (esere ait kıtapçık ve video)
sergi öncesinde
Argyro Toumazou’nun da uyarısıyla
sanatçıyla birlikte tehlikeli olabilecek kelime ve tanımlamaların üstünden
geçilerek yumuşatıldığını söylemek gerekiyor. İki ülkenin (Ercan ve
Nicosia KOntrol Küleleri’nın) hava sahanlığında yaşananları ortaya koymaya çalışan eser, buna
rağmen UN’in kontrol mekanizmasından geçemedi. Erhan Öze’nin eseri ile birlikte
arşiv çalışması sırasında gerçekleştirilen röpörtajlar da kapatıldı. Görkem
Müniroğlunu ses kolajındaki ‘Ercan’ kelimesi silindi. Özge Erta’nın ve Oya Silbery’nin web tasarımındaki yasaklı sözcükler
kaldırıldı.
Görünürde UN vardı,
ama biz UN’in uyguladığı yasakların Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaptırımları ile
ilgili olduğunu ve yasaklar listesinin de oldukça kabarık olduğunu çok önceden
biliyorduk ve bunu tecrübe edeli çok olmuştu.
Küratörler ise bu iş karşısında şaşakaldılar. Yapılan pazarlıklar ise
sonuçsuz kaldı. Kıbrıs’ın gerçekleri bir kez daha kendini göstermişti. Sergi,
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yasaklarına toslamış, Türkiye Cumhuriyeti’nin barış
adası söylemlerini de yalanlamıştı.
Sergi sürecinde en
yoğun olarak bellek kaymaları bizlere eşlik etti. Sınırı geçmedeki kontrolleri
kanıksasak bile, UN kontrolündeki ara bölgeye girmek, oradaki yaşantıyı
gözlemlemek, savaşın ve yıkımın canlı
abidesi gibi karşımızda duran Uluslararası Lefkoşa Havaalanı
terminalinde dolaşarak araştırma yapmak, sonrasında gündelik hayata geri
dönmek, işyerindeki sorunlarla uğraşmak, ardından kum torbaları ve ‘fotoğraf
çekmek yasaktır’ yazıları arasında sergi kurmaya çalışmak, ara bölgede
sergi açılışı gerçekleştirmek, her an kontrol mekanizmalarıyla ve
dikenli tellerle çevrelenmiş mekanlara girip çıkmak vb durumlar bellek kaymalarını, yarılmalarını
beraberinde getirdi. Bellek kaymaları zaman ve makanı böldü, parçaladı ve
yeniden düşünmeyi zorunlu kıldı.
Kuratörlüğünü Pavlina Paraskevaidou ve Başak Şenova’nın
yaptığı, koordinatörlüğünü Özgül Ezgin ve Argyro Toumazou’nun üstlendiği, Özge
Ertanın & Oya Silbery, Görkem Müniroğlu&Emre Yazgın, Vicky Pericleous,
Andreas Savva, Zehra Şonya& Gürgenç Korkmazel, Socratis Socratous, Erhan
Öze, Demetris Taliotis& Constantinos Taliotis & Orestis Lambrou’un
eserleri ile yer aldığı UNCOVERED sergisi tüm bu nedenlerden dolayı diğer iki
çağdaş sanat etkinliği ve sergisinden ayrılıyordu. Ortaya çıkan ürünler pozitif
bir gelecek çizemese de gerçekci bir durum tesbitine girişiyordu. Adadaki
sorunları irdeliyor ve üstü kapanmaya çalışılan gerçeklikleri yeniden
aralıyordu. Adanın niye barış adası olamadığının altını çiziyor ve bu
gerçeklerle yüzleşmeden hiçbir sorunu çözemeyeceğimize işaret ediyordu.
(18/10/2011)
II.
KÜÇÜK HÜKÜMETİ KÜLTÜRSÜZ
Zehra Şonya
zehra.sonya@gmail.com
Kültür
bir toplumun vazgeçilmez en önemli değeridir. Kültür varlıklarını koruma ve
gelecek nesillere aktarma şüphesiz sadece kendi toplumumuz ve geleceğimiz için değil,
globalleşen günümüzde dünya kültür varlığı olarak da önem kazanıyor. Bu
önem uluslararası anlaşmalarla destekleniyor ve
farklı sorumluluklar yüklüyor her ülkeye ve hükümete. UNDP’nin ve AB
projelerinin bir çoğu böylesi bir anlayışın sonucu olarak ülkemizdeki kültür varlıklarını koruma
üzerine odaklanmıştır ve kayda değer çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Dünyada
bu konuda kendini yenileyen ve
güncelleyen kurumlar ise kültürel araştırma yöntemlerini değiştirdikleri
gibi, kitlelere ulaşma ve değerleri aktarma yönünde de yaratıcılıklarını
artırarak etki alanlarını geliştirmişlerdir. Buna karşılık bizler ve hükümetimiz ne yapıyoruz?
Geçtiğimiz
günlerde Lefkoşa’da Atatürk Kültür Merkezi’nde DAÜ- Kıbrıs Araştırmaları
Merkezi ve Mimarlık Fakültesi ortaklığında, ‘Dünya Kültür Miras Günü’
kutlamaları çerçevesinde gerçekleştirilen
panel, bu bağlamda dünyadaki
gelişmeleri ve çalışmaları kavramak açısından önemliydi. Diğer yandan ülkemizdeki
durum haritasının çizilmesi, vahametin bir de akademik ağızlardan ve bilimsel
yöntemlerle saptanması, bu konuda artık kaybedecek bir tek dakikanın
kalmadığını, hemen, şimdi ciddiyetle konuya duyarlılık gösterilmesi ve harekete
geçilmesi gerektiğini kavratıyordu dinleyenlere.
Çanlar
Kıbrıs Türk toplumunun kültürel değerlerinin yok oluşu için çalıyorken, hükümet
edenlerin, nerede, hangi işlerle meşgul
olduklarını bir kez daha sormalı ve
düşünmeliyiz. Manşetlere çekilen kilise
avlusuna yapılmak istenen kaçak cami inşaatı bir yana, Saray Otel gibi Kıbrıs
Türkünün varoluşunda simge haline gelen bir binanın şehrin göbeğindeki yeni
çehresi ve işlevi de sorgulanarak gözden kaçırılmamalıdır. Kültürel değerlere
ve varlıklara saldırı olarak ele almamız gereken böylesi olayların devlet eli
ile yapılması, ne yazık ki bizleri
şaşırtıcı olmaktan da çıkmıştır. Ama hala şaşırtmalıdır.
II. İrsen Küçük Hükümeti kurulduktan sonra her
vatandaş gibi ben de ülkenin gidişatının
daha iyiye gitmeyeceğini bildiğim halde
gazetelere, yeni bakanlara ve bakanlıklara göz atma ihtiyacı duydum.
Yeni kültür bakanını merak ediyordum kendimce.
Eskileri bu alanda hiçbir iş yapmadığından belki yenisi bir şey yapma
potansiyeli taşır ümidindeydim. Önümde 5 farklı gazete durmaktaydı. Birini
aldım, bakanlıklara baktım.. baktım... baktım.... Kültür, Turizm ve Çevre bakanlığından çıkartılmıştı,
ne var ki başka bir bakanlığa da dahil edilmemişti. İçimden yok artık dedim!
Şaşkınlığım diğer gazetelere göz geçirirken de sürdü. Belki basının hatasıdır
diyerekten tüm gazetelere baktım, nafile. Küçük bir araştırmadan sonra aslında kültürün
hiçbir bakan/bakanlık tarafından istenmediğini ve sorun yarattığını öğrendim.
Bir nevi ortada kalıştı yaşadığı. İstenmeyen bakanlık yasal prosedürlerin
getirdiği sıkıntı ile de ilişkili olarak kağıt üzerinde eski yerinde kaldı bilgisine ulaştım. Ama
hala gazetelerde Turizm ve Çevre Bakanlığı zaman zaman Kültür’süz olarak
yazılmakta ve hala hükümet de kültürsüz olarak yoluna devam etmektedir. Bu
kültürsüzlük şüphesiz kelimeyi aşan çok boyutlu kültürsüzlüktür.
(4/5/2011)
“Modern ve Ötesi”
Zehra Şonya
zehra.sonya@gmail.com
Akdeniz Avrupa Sanat Derneği’nin
AB hibe programları kapsamında yürüttüğü ve
Doç. Dr Zeynep Yasa Yaman’ın dört gün süren eğitim kursu, modernist ve postmodernist sürecin temel taşlarını yerleştirmeye çalışan ve günümüz sanatını anlamakta oldukça yardımcı
olabilecek bilgilerle, sadece benim için
değil kursa değişik ilgi alanlarından gelen sanatseverler için de çok öğretici ve
netleştirici olmuştur. Çoğu zaman kitaplardan okuduğumuz bilgileri içselleştirmek
veya tarihsel bir perspektife yerleştirerek durum tespiti yapabilmek, bizim
gibi sanatı tartışan ortamların çok az olduğu coğrafyalarda zordur. Şüphesiz belli konular çerçevesinde tartışabilmek, konuyla ilgili farklı düşünce ve bilgi
dağarcığına sahip olan insanlarla
buluşabilmek, aydınlanmaya neden olmakta ve
kendi perspektifimizi oluşturmamızı sağlamaktadır. İşte EMAA’nın
yürüttüğü teorik kursların benim için bir önemi de bu noktadadır. Üstelik bu
ortam sanat ortamını zenginleştirmekte ve yeni elde edilen bilgilerin ardına
düşerek vizyon gelişimlerine neden olabilmektedir.
Kursta birçok konuya değinildi
ve görseller üzerinden gidilerek biçim dilindeki değişiklikler ele alınarak irdelendi. Burada kursun
tamamını ele almak imkansız. Modernist görüşü kısaca endüstri ve sanayi
hareketleri sonucu oluşan yeni yaşam biçimi olarak ele alabiliriz. Burada din
ve eğitimde köklü değişiklikler olmuştur. Endüstri ve makineleşme sürecinin
getirdiği hız ve hıza bağlı olarak yeniye ve gelişime olan inançtan bahsedebiliriz. Modernizimde geleneğin reddi, geçmişin imhası
ve böylece şimdiden geleceğe bakma,
geleceği tasarlama durumu var.
Hızlı gelişim ve değişim bir yandan da zaman ve mekanın parçalanmasını
ve bir ‘an’da farklı gerçekliklerin oluşmasını sağlıyor. Zaman ve mekanın
parçalanması ve gerçekliğin tekrar sorgulanması sanatta önemli bir sorun haline
geliyor. Savaş tekniklerinin değişmesi, ulus devlet olgusunun güçlenmesi,
ardından da sınırların ulus devlet tarafından
belirlenmesi gerçekleşiyor. Bu
noktada merkeziyetçilik ve ulusçuluk değerlerinin öne çıktığını söyleyebiliriz.
Batının dünyaya hükmetme ve kendine
bağlama çabası ötekilik kavramını öne çıkarıyor. Ötekilik modernizmin önemli kavramlarından
biri haline geliyor ve kendinden olmayanların dışlanması, kötülenmesi anlamını
taşıyor. Merkezlerin güçlenmesi sanatı
da o yöne çekiyor, sanat merkezlerde yani kentlerde yaşam buluyor ve yeni
kentteki yaşam biçimlerini, mekanlarını sorguluyor. Sanat kurumları (müze,
galeri, akademi) bu dönemde güçlü yapılar haline geliyor. Kapitalist
ideolojinin ürünü olarak “sanat sanat içindir”
(içeriği yadsır) görüşü önem kazanıyor. Sonraları ise Marksiz ideoloji
doğrultusunda “sanat toplum içindir” (içerikçi yaklaşım) görüşü yaşam bulacak. Bu dönemde alt yapı kurumları
üst yapıyı da etkilemeye başlıyor.
1960 yıllara gelindiğinde modernizme karşı büyük bir
tepkinin başladığı ve eleştirilerin dozajını artırarak geliştiğini görüyoruz. Müze ve galeri gibi kurumlar bu
eleştiriden nasibini alıyor. Devasa sanat kurumları yerini bienallere ve
sanatçı inisiyatiflerine bırakıyor. Toplumda ve
aslında sanatta politik duruş ve duruşun sanatsallaşması gerçekleşiyor.
Bu noktada ‘çiçek çocukları’ hatırlamakta yarar var. Ulus yerine etnik kökenler
önemsenmeye ve öne çıkmaya başlıyor. Merkeziyetçilik anlayışı önemini yitiriyor
ve periferiye, dışa kayıyor. Bu dönemde paranın da dolanıma çıktığı ve
küreselleşmenin hız aldığı görülüyor. Sınırlar erimeye ve postmedernistler
modernistlerin ötekileştirdiklerini tekrardan sisteme dahil etmeye başlıyor.
Modern ötesi veya postmodern olarak adlandırılan bu süreçte modernizmin ret
ettiği birçok şeyi içine alma eğilimi var. Ötekinde olduğu gibi geleneği ve
dini tekrardan kabul etme ve içine alma durumu gibi. Post modernizmin ret etme yerine içine alma
politikası birçokları tarafından eleştirilse de ( bu tavır ele alınan sorunu
kesin sonuca veya yargıya götürmek yerine muğlak ve kaypak zeminlerde
bırakıyor, gerçekliğin elden kaçmasını da buna dahil edebiliriz ) sanat
eleştirisinde ve estetiğinde de
değişikliklere neden oluyor. Eleştiride yargıya varmak yerine eseri yapısöküme
uğratarak anlatma, ne olduğunu ortaya çıkarma, ve arkeolojik bir kazı yapma
önem kazanmaya başlıyor. Diğer yandan yapıtlarda içerik tekrar önem kazanıyor,
öyküler kendilerine yer buluyor, büyük söylemler yerine küçük kişisel öyküler önemseniyor ve sanat siyaset
ekseni sanatsal problematik haline gelerek küreselleşmenin getirdiği güncel
sorunlara yöneliyor. Postmodernizmin sınırları eritmesi ve her şeyi içine alma
cabası sanata da birçok değişikliğe neden oluyor. Modernist estetik anlayış
yerini düşünceye ve sanatı tekrardan yaşama katmaya yönelik tavırlara
bırakıyor. Kullanılan malzemede sonsuz çeşitlilik oluyor, disiplinler arası
geçirgenlikleri beraberinde getiriyor ve teknoloji işin içine girerek boyanın,
fırçanın yerini alıyor . Artık eser ne bir resim, ne de bir heykeldir. Birçok
farklı malzemenin, tekniğin ve teknolojinin kullanılarak ortaya konulan bir
düşüncedir ve eleştiriye açıktır. Post modern sanatta şizofren bir yapı ve
travmalar da önem kazanıyor. İroni sıklıkla kullanılıyor.
Zeynep Yasa Yaman konunun daha iyi anlaşılması için kurs
süresince Türkiye’den ve dünyadan ilginç
örnekler vermiştir. Bunlardan bir kaçını paylaşmakta fayda var. Türkiye
Cumhuriyeti’nin modernist bir proje olarak Osmanlı geleneğini ret etmesi, dini
dışlaması ve geçmişini silerek yeni bir toplum kurmaya girişmesi; şimdilerde
ise dinle birlikte etnik grupların devlet yönetiminde yer almaya ve yeniden söz
sahibi olarak kendi değerlerini öne çıkarmaya başlaması. Diğer bir örnek; ucuz iş gücü nedeniyle sermayenin merkezden
uzaklaşması, farklı coğrafyalarda dolaşması ve buna paralel olarak sayıları gün
geçtikçe artan biyanellerin sanatın yerleşik kurumlarına ve yargılarına karşın
yaratmaya çalıştığı alternatif durum. İstanbul bienalini Avrupa
merkeziyetçiliğine karşı bir girişim
olarak görebileceğimiz gibi son senelerde Sinop bienali gibi bienallerin
de yine merkezden kaçış, periferiye
yayılma girişimi olarak da görebiliriz. Bizim açımızdan ilginç olabilecek bir
başka örnek ise Kürt sanatçıların kendi etnik kimlikleri ekseninde gelişen ve
yaşadıkları sorunları ele alan yapıtlarının Türkiye sınırını da aşarak
dünyadaki önemli merkezlerde elde
ettikleri başarı/kabul gösterilebilir.
Postmodern süreç modernizmin dışladığı ve yok saydığı birçok şeyi yeniden
meşrulaştırma eğiliminde olduğuna göre, bizim de bu noktada sanatçılar olarak
nasıl bir inisiyatif kurarak kendimizi bu yapı içerisinde var edeceğimizi
düşünmemiz ve bu konuda mücadele ederek ülke sınırlarının dışına taşmanın
yollarını aramamız gerekecektir.
(2/11/2010 Gaile ekinde yayınlanmıştır)
Soyut Sanat; Siyasal içerikten, duygusal ifadeden ve
toplumsal bağlamdan bağımsız saf sanat
Zehra Şonya
İngiliz eleştirmen ve
sanat tarihçisi Clive Bell’lin (1881-1964) geliştirdiği biçimci sanat kuramı,
soyut sanatın batıdaki gelişimi ve temel felsefesinin anlaşılması açısından
temel oluşturacak düzeydedir.
Bell’in çığır açan
kuramı sanatı temsil sorunundan, siyasi içerikten, duygusal ifadeden ya da
toplumsal bağlamdan bağımsız tanımlayan ve sanatı bu anlayışa göre
temellendirmeye çalışan görüştür. Bell’in sanat kuramına göre, sanat sadece
ahlaktan bağımsız olmakla kalmaz, özü gereği sanatın günlük yaşamdaki duygular,
tarih veya maddi dünyanın olağan biçimde algılanışı ile de hiçbir ilişkisi
olmayan, buna karşıt saf biçimsel öğelerine, yani daha kesin söylemek gerekirse
‘anlamlı biçim’ dediği niteliğe gönderme yapılarak tanımlanan şeydir. Anlamlı biçim ise
renklerden, çizgilerden,biçimlerden ve bunların ‘estetik duygular uyandıran’
ilişkilerden doğduğunu dile getirir. Bell anlamlı biçimi güzel dediğimiz şeyden
de ayırır. Çünkü ona göre güzelliğe verdiğimiz tepkiler günlük yaşamımızdaki
arzu ve duygularımıza göre koşullanır. Güzel bir insanın portresi bizde
erotizmin, kişisel psikolojik çağrışımların, ya da politik duyarlılıkların
izini taşıyan duygular uyandırır. Oysa ki ona göre bu tür tepkilerin sanatla hiçbir
ilişkisi yoktur.
Bel’in kuramsal
olarak temellendirmeye çalıştığı soyut (biçimci/formel) sanat, gerçekten de sanatın
temsil sorununu dışlamış, kendini(sanatı),
temel olarak kabul ettiği sanatın biçimleri üstünden var etmeyi denemiştir. Buna
karşın içeriği sınırlı kalmamış birçok
farklı anlam ve biçim dili ile gelişmiştir.
Bazen soyutlama dediğimiz yöntem kullanılarak görünen nesnelerin fazlalıklarını
atarak temel özlere, doğrulara ulaşmaya çalışmış (C.Brancusi), bazen somuttan
soyuta gelişerek biçim ve renklerle elde edilmeye çalışılan ruhsal duyumların,
coşkuların ifadesi olarak kendini göstermiştir. (W.Kandinski). Bazen doğadan kaçarak
saf sanat forumlarıyla katıksız bir gerçekliğe, değişmeyen mutlağa / varlığa ulaşma yolu olarak kullanılmış
(K.Maleviç), bazen de daha da ileri
gidilerek düz boyanan alanlarla meditasyon ve tefekküre çağıran resimler elde
edilerek izleyicinin kendi düşüncesine ulaşması istenmiştir (Ad Rheinhardt). Renklerin somut olarak algılanması (somut
soyutlama) ve duygulardan arındırılarak renk analizlerine yönelerek, algının
nesnelliğini sorunsal yapan soyut sanatçıları da unutmamak gerekir (V.Vasarely,
F. Stella).
Soyut sanat batı
sanatında önemli bir gelişim göstermekle kalmaz, ilkel kavimlerden günümüze batı
dışı uygarlıklarda da değişik anlamlarda
ve forumlarda yaşam bulur. Ne var
ki tasvirin yasak olduğu doğu toplumlarından, tasvir ve nesnel resimleme tekniği
kullanılmasına rağmen boşluk/soyutluk içinde
var olan uzak doğu resimlerine kadar görülebilen bu sanat dalında, ortak
olan tek şey nesnel- reel gerçeklikten kaçış eğilimini temsil ediyor
olmasıdır. Bu noktada belki de sorulması gereken soru insanoğlunu reel gerçeklikten
kaçma eğilimine iten nedenler veya koşular nelerdir? veya böylesi bir eğilim ne
anlamlara gelebilir?
Worringer, uygar
toplumları soyut sanata götüren nedeni felsefi bir kavram olan “kendiliğinden şey”
kavramında bulur. Worringer soyutlama güdüsünü görünüş dünyasının boşunalığı
karşısında insanoğlunun kendini yitik ve çaresiz hissetmesi ve bu yitiklik ve çaresizlikten
kurtulmak için de “mutlak, kendi başına varlığa” ulaşmak istemesine bağlar. Ona
göre bu istenç içtepiseldir ve psikolojik bir etkendir. Soyut sanatın 1910’lu yılların başından 1950’lere
kadar değişik biçimlerde gelişmeye devam etmesi, bu süreçteki toplumsal ve
tarihsel değişimler göz önüne getirildiğinde kabul edilebilirdir. Rusya’daki Ekin Devrimi ve sonrasında patlak
veren I, II dünya savaşlarının yarattığı çöküntü ve buhran, sanayileşmenin/modernleşmenin
getirdiği yeni yaşam biçiminin insan psikolojisi üstündeki derin izleri .vb
gelişmeler. Böylesi anlamsız bir dünyada reeliteden kaçış ve kaybedilen tinsel /manevi
değerlere yeniden sarılış, gerçekten de kimileri için yeni bir dünyanın yaratılışı,
yeni bir evrenin var olması anlamına gelmekteydi. Sanat burada kaybedilen
ruhların yeniden yaratılması/bütünlenmesi işlevini de görmekteydi.
Kimileri için ise soyut
sanatın realiteden uzak evreni, sanatın yaşamdan kopmasını sağlamış, arı,
mutlak veya evrensel dil arayışı adına ortaya konulanlar, sanat ile yaşam arasındaki
bağı zayıflatmıştır. Bu sürece soyut sanat yapıtlarını anlaşılmaz oluşu eklenmiş
ve yapıt ile izleyici arasıdaki mesafe
de git gide açılarak kopma noktasına
gelmiştir.
Kesin olan şu ki soyut
sanat tarihsel süreci ve yaşanan gerçeklikleri
yok saymıştır. Politik olanı ise dışlamıştır. Özellikle II Dünya Savaşı sonrasında
Amerika’da yoğunlaşan/yerleşen sanatçılar,
estetik nedenlerden çok ideolojik (geçmişi unutma, yok saymak adına)
nedenlerle her türlü nesneci, somut sanatı ret etmişlerdir. Böylece Amerika’da savaşın
yol açtığı felaketlerin ve yıkımı işleyen yapıtların yerine hafif ve soyut
resimler tercih edilerek öne çıkmaya/çıkarılmaya başlanmıştır. Biraz ileri
giderek şunu da söyleyebiliriz ki, ABD hükümetlerinin soyut sanata vermiş olduğu
büyük destek, insanları gündelik hayattan uzak tutan ve sorunlar karşısında
pasif duruma sokan a politik durumuyla
ilişkiliydi.
Kıbrıs’sa dönüp baktığımızda,
batıdaki gibi savaş ve iç karışıklık yıllarına denk gelen 1955-1975 yıllarında
soyut sanat üretimlerinin yaygınlığından bahsedemeyiz. Kıbrıs Türk toplumunda
bu yıllarda soyut sanatla uğraşan bir kişi vardır, o da Ayhan Menteş’dir. Ayhan Menteş daha çok soyut sanat forumlarını
Bedri Rahmi Eyuboğlu gibi geçmiş kültür yapılarını yeniden ifade etme aracı
olarak kullanmış, mitolojiden, örf, adet ve geleneklerden, söylencelerden
faydalanmıştır. O dönemlerde ayni söylenceler çerçevesinde yapıt ortaya koyan
başka sanatçılar da vardır. Soyut sanatın
Kıbrıs Türk toplumunda öne çıkarak varlık sürmesi ise 1985-90 yılları ve
sonrasına (2000) denk gelir. Bu nedenle gelişim koşulları batıdaki gibi değildir.
Başka bir deyişle savaş ve sonrasında beliren çöküntü ve yıkım ile ilişkili değildir.
Manevi / tinsel duyguların kazanımı veya parçalanan benliklerin bütünlenmesi
ile de ilişkili olduğu söylenemez. Diğer yandan söz konusu yıllarda Kıbrıs Türk
toplumunda sanat üzerine tartışmaların başladığı ve sanatta yeni arayışlara ihtiyaç olduğu söylemlerinin
öne çıktığını belirtmek gerekir. Soyut
sanat bu bağlamda Kıbrıslı Türk sanatçıların
yöneldikleri ve eklemlenmeye çalıştıkları bir dil olmuştur. Evrensel ve üst dil
olarak da sanat ortamında kabul görmüştür.
Söz konusu yıllarda Kıbrıs
Türk toplumundaki birçok sanatçı batı anlamındaki soyut sanatla çok kısa süre uğraşmış
ve soyut sanatın ne olduğunu sorgulamıştır. Kemal ve Filiz Ankaç ile Emin Çizenel’in
bir dönem ortaya koyduğu yapıtlar, ileriki yıllarda ise Ali Atakan’ın ortaya
koyduğu eserler bu örneklerdendir. Doğa çıkışlı soyut sanat anlayışlarından da
bahsetmek olasıdır. Fakat daha çok sanatçılarda
görülen eğilim; soyut sanat forumları kullanarak kendi kültür ve geçmiş yaşantı
izlerini, psikolojik dünyalarını veya dışavurumlarını tablolara yansıtma yönündedir.
O nedenle soyut - somut arasında gidip
gelen birçok eserle karşılaşılır. Soyut forumlarla imgeler yaratılır ve kimliklerle ilgili
sorgulamalar kendine yer bulur. Fakat bu sorgulamalar hep soyut sanatın (biçim
dilinin) içinde ikincil veya üçüncül durumda yer alırlar, hiçbir zaman
başkaldırıcı ve irdeleyici duruma geçemezler veya eserlerin oluşturucu gücü olamazlar. Böylesi
eserlerde hala sanatın kendi dili (estetik anlayış) eserin oluşturucu gücüdür
ve esas önemli olandır.
(5/10/2010 Gaile ekinde yayınlanmıştır)
Vajina Özgürlüğüne Çağrı
Zehra
Şonya
“ Ey kadınlar Rabb’e tabi olur gibi kendi
kocalarınıza tabi olun; çünkü Mesih kilise topluluğunun başı olduğu gibi, koca
da karısının başıdır. Ve Mesih bedenin kurtarıcısıdır. Ama kilise topluluğu
Mesih’e tabi olduğu gibi kadınlar da her şey de kocalarına tabi olsunlar”
“Kadının öğretmesine
ya da egemen kesilmesine izin vermem. Kadın sessiz kalmalı çünkü önce Adem
yaratıldı, sonra Havva. Üstelik Adem kandırılmadı ama kadın kandırılarak suç işledi.
Ne var ki dünyaya çocuk getirmekle kurtulacaktır. Ağırbaşlılıkla imanı, sevgiyi
ve kutsallığı sürdürürse.”
Tahmin
edeceğiniz gibi İncil’den yapılan bu alıntılar dinin kadına bakışını ve kadın üzerinde
oluşturduğu hakimiyetin de kaynağını işaret eder. Böylesi bir görüşte “kadınlar
evlerinin içine sokulup, günahlarla yükletilmiş, çeşitli arzulara sevk edilmiş,
daima öğrenen ama asla hakikat bilgisine ulaşamayan şaşkın kimselerdir.” Bu
sebeple dini gelenekler çerçevesinde erkekler eşlerini sadece çocuklarına
tahammül gösteren bir varlık, boşboğaz, hafif meşrep, fuhuşa yatkın ve saygısız
gibi betimlemelerin doğrultusunda algılamışlardır. Müslümanlıkta kadının kapatılmasının altında
yatan nedenlerin bu nedenlerden farklı olduğunu düşünmek fazla iyimserlik olur.
Diğer yandan çağdaş, liberal, laik, demokrat, aydın vb. geçinen birçok erkeğin
içinde de bu anlayışın izlerinin bulunduğunu söylemek bana pek yanlış gelmiyor.
Hatırlatmak gerekirse Sayın Erdoğan’ın Türkiye’yi
ve dünyayı ayağa kaldıran kürtaj yasağı girişimi ve kadın hakları ile ilgili
ihlalleri bomba etkisi yaratırken, kadın bedeni üzerine söz sahibi olan erkek
egemen anlayışı da en ilkel boyutları ile yeniden gündeme taşıyarak, bir kez
daha kadın haklarının niye savunulması gerektiğini bizlere hatırlatmıştır.
Kadının özgürleşme
ve temel haklarını kazanma süreci hiç kolay olmamıştır. Hala daha erkekle ayni özgürlüğe
sahip olamadığı da ortadadır. Böylesi
bir bakışın kadın bedeninde, ruhunda ve özelinde yaratığı travmalar ve birey
olabilmek için gerekli olan eğitim ve hayatın her alanındaki fırsat eşitliğinden
yoksun oluşunu eklediğinizde, kadının vahim durumu çok daha net karşımıza çıkacaktır.
Ne acıdır ki; XXI yy’da Türkiye’de hala
kız çocuklarının okula yollanmasını teşvik edici kamu spotları yayınlanmakta,
dernekler ve özel vakıflar kız çocuklarını okutmak için babaları teşvik etmeye
ve özel maddi kaynaklar oluşturarak var güçleri ile çalışmaktadırlar. Bu konuda
Virginia Woolf’un “kendine ait bir oda” isimli küçük (!) ama hala geçerliliğini sürdüren, söylemi büyük
kitabı hatırlamak gerekiyor.
Feminist sanat
feminist hareketlerden ayrı düşmez, içinden doğar ve ortaya konulan
problemleri, söylemleri ve teorileri kendine dert edinir. Linda Nochlin’in 1971’de yayımladığı “Neden
Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok” başlıklı makalesi, çığır açıcı bir öneme sahiptir.
Sorunu Virginia Woolf gibi tarihsel süreç boyunca eğitim ve kurumsal yapılar açısından
ele alan Nochline göre; büyük kadın sanatçıların yetişmemesi, kadınların başta eğitim olmak üzere birçok alanda eşit haklara
sahip olmayışı dolayısıyladır. Bunu yanında
deha, ustalık, yetenek gibi kavramların erkekler tarafından erkekler için
belirlenmiş kavramlar olduğunu iddia eder. Bu nedenle tarih boyunca dışarıda bırakılan
ve yok sayılan kadınlar kendi varlık alanları ile birlikte değer ölçütlerini de
yaratmak zorundadırlar. Böylesi bir görüş o güne kadar kadınlara mal edilen ve
zanaat yönü fazla olduğu düşünülen minör sanatlara yönelmeyi, zayıf olarak
nitelendirilip kullanılmayan pembe, mor veya pastel renkleri, dışlanan organik
biçimleri kullanmayı, kadının küçümsenen hayatına dair imgeleri ve tabi ki yüzyıllardır
kadına atfedilen güzellik ve beden/çıplaklık gibi kavramları yeniden sorgulamayı
da gündeme getirir.
Sanat
tarihine göz atıldığında yüzyıllar boyunca yaratılan ve işlenen kadın imgelerinin
aynı kaderi paylaştığı görünür. Onlar da
erkekler için erkekler tarafından yaratılırlar, erkek beğenisine göre şekillenirler,
baştan çıkartıcıdırlar ya da kötü kadın imgeleri çerçevesinde şekillendirirler,
fahişedirler, aldatandırlar, kötülükleri doğurandırlar. Bir de dinin buyruklarını
yerine getiren, kocasına ve tanrıya bağlı, itaat eden, ağır başlı, laf
dinleyen, ailesine karşı şefkatli, sevecen, dindar kadınlar olarak gösterilirler. 19. yüzyılda ise “skandal kadınlar” konumuna
getirilirler. Kadın, çıplak, utanma duygusundan arınmış, kendisine bakılmaktan
zevk alan ya da bakan kişinin varlığından haberdar olduğunu belli eden jestlere
sahip hale getirilir. E.Manet’tin “Kırda Yemek” ve “Olympia’sı böylesi
resimlerin ilk örneklerindendir. Kadın bedeni ve çıplaklık ise sonuna kadar sömürülür.
Feministler
gibi feminist sanatçılar da işe tarihsel süreçte yaratılan böylesi kadın
imgelerini sorgulamakla işe başlarlar. “İlk kuşak feminist sanatçılar kadın bedenine ve temsillerine, kadınların doğurganlığına
ve ana tanrıca kültüne odaklanırlar. Kadın bedeninin biyolojik özelliklerini
imgeleştiren ve vajinal imgelerden oluşan bir ikonografiye yönelirler. Daha
sonraki kuşak ise daha çok kadın bedenini kuşatan kültürel kodların eleştirisine
yönelirler. Cindy Sherman, Sherrie Levine, Barbara Kruger böylesi sanatçılardandır.”
Gorilla Kızlar’ın (Guerilla Girls) “Kadınların müzeye girebilmeleri için illa
ki çıplak mı olmaları gerekir” sorusu, bu konudaki haklılığı ortaya çıkarır.
Gerçek şu ki; o dönemlerde Metropolitan
müzesinde sergilenen sanatçıların yüzde 5’ i kadın iken tablolarda sergilenen
modellerin yüzde 85’i kadındır.
Yüzyıllardır erkekler kendi arzuları doğrultusunda kadın ve
bedenini/çıplaklığı yarattıkları güzellik ideaları çerçevesinde şekillendirip
tabloları doldururken, aynı zamanda kendi cinsel fantezileri ve hazlarını doyurmak üzerine hareket etmişlerdir.
Bu nedenle birey olmaya çalışan kadınların
bedenlerine ve cinselliklerine
odaklanmaları veya bu konuda savaş vermeleri kaçınılmazdır. Bedeni ve cinselliği
üzerinde söz sahibi olamayan ve yüzyıllardır gerek dinin gerekse yaratılan
toplumsal ahlak kuralların anlamsız kalıpları içine sıkışan kadının, bedenini, çıplaklığını ve cinselliğini
keşfetmesine, kendince yaşamasına ve özgürleştirmesine
ihtiyacı vardır. Bu konuda yapılan oldukça
cesur ve proveke edici çalışmalar hala daha güncelliğini korumaktadır. Bunlardan
bir tanesi Carolee Schneeman’ın masanın üzerine
çıkarak gerçekleştirdiği “İçsel Kaydırma” (Interior Scroll 1975) adlı performansıdır.
Schneemann, bir
masanın üzerinde çıplak olarak duruyor, sonra bedenini törensi bir biçimde çamura
buluyor ve üzerinde feminist bildirgenin yazılı olduğu yılanı andıran bir kağıt ruloyu yavaş yavaş vajinasından okuyarak
çıkarıyor.
Vajinasından
çıkardığı metinde vajina; “saklı
bilginin kaynağı, mimari bir gönderge, doğum kanalı, dönüşüm, vb. Hainliğin dışsal
modeli, yarı saydam bir hazne. Spiral biçimindeki kadın ve erkekliği içerebilen
bu hazne görünebilir ve görünemez
arzular, jenital gizemler, cinsel gücün nitelikleri ile çevrili. Bu içsel
bilgi kaynağı birincil olarak ilahi bir ibadetin ve birleştirici bir ruhun
simgesi olan bir et parçası.”
Schneeman
performansıyla vajinaya fiziki, kavramsal anlamlar ve imler yüklüyor. Bu
anlamlar ve imler yüzyıllardır bolca başyapıt konumuna getirilen kadın imgesi
ve anlamlarından çok farklı. Kadın bedenini dilediği gibi görmek, biçimlendirmek,
kullanmak isteyen erkek bakışını ve egemen algıyı şoke ederek yapı söküme uğratıyor. Üstelik performansın kendisi fiziki olarak da
kabul edebileceğimiz sınırların, ahlaki veya toplumsal değer yargılarının çok ötesinde.
Vajinadan çocuk yerine feminist manifestanın çıkması başlı başına bir olay,
kabul edilemez bir başkaldır ve özgürleşme eğilimi değil de nedir? Sonuç olarak Schneeman/kadın kendi gücüne varıyor ve kendi bedenine
sahip çıkarak onu dilediği gibi kullanacağını ya da kullandırabileceğini anlatıyor.
Kaynakça
Antmen Ahu, “20. Yüzyıl
Batı Sanat Akımları” İstanbul:Sel Yayıncılık,2008.
Antmen Ahu,”Sanat Cinsiyet”,
İstanbul:İletişim Yayınları,2008.
Akbulut Durmuş, “Açık
Beden”İstanbul:İstiklal Kitapevi,2007.
Kuşcan Akşit Özlem, “Antikçağdan
Günümüze Kadın’ın Öyküsü”, İstanbul:Ajans 2023 Yayınları, 2010.
Woolf Virginia, “Kendine
ait bir oda”, İstanbul: Afa Yayınları, 1992.
Yaman .Y. Zeynep, “Modernizmin Alternatifleri 1970’lerde Sanat”
EMAA Sanat dergisi, Sayı 6, Aralık 2006.
HESAPLAŞMA ve - 5
Zehra Şonya
“Hesaplaşma”, Başak
Şenova’nın bellek ve kötülük kavramlarından çıkışlı geliştirdiği ve farklı çoğrafyalarda
yaşayan on sanatçıyı bir çatı altında topladığı serginin ismi. Sergi 14
Mart - 21 Nisan 2012
tarihleri arasında Beyoğlu Akbank Sanat Merkezi’nin
giriş ve birinci katında sanatseverlerle buluşuyor. Adel Abidin, Almagul
Manlibayeva, Ayman Yossri Daydban, Bahar Behrani, Ceren Oykut, Constantinos
Taliotis, İpek Duben, Özgül Ezgin, Rheim Alkadhi ve Yane Calovski sergide yer alan
isimler. “Kaybedilenler ve
unutulmak istenenlerle olan gerilimleri, geçmişe dönük kişisel hesaplaşmaları,
travmalar karşısında ortaya çıkan kollektif demansı ve her anlatışta içeriği
biraz daha değişen hikayeleri konu alıyor. Hesaplaşma eyleminden hareketle
psikolojik durumları araştıran ve yeniden üreten işlerin yanı sıra, sosyal ve
politik durumların algısı üzerine yapılanan işler de serginin kurgusunda yer
alıyor.”
Başak Senova’yı
Kıbrıs’ta ara bölgede gerçekleşen UNCOVERED sergisinden de anımsayacağız.
Şenova, küratör olarak belirlediği kavramlar ve sorun edindiği
perspektiflerle geçmişi yeniden
eşelemeye, iç hesaplaşmaların
gerçekleşmesine ve sorgulamalarla
yüzleşmelere olanak sağlayacak ortamlar yaratma ve hatta bunları talep
etme konusunda ısrarlı. UNCOVERED sergisinde olduğu gibi, sorunların üzerine
yürüyen, sorgulayan ve sorgulatan eserler “Hesaplaşma”da da izleyicinin
karşısına çıkıyor. Ayrıca her eser için tasarlanmış oda ve mekan örgüsü de yine
dikkat çekiyor. Sergide her eserin talep ettiği mekansal ölçüler ustalıkla
saptanıp biçimlenmiş, duvar renkleri, zemin ve diğer aksesuarlar uyumlu
seçilmiş. Mekansal kurgular eserlerin ne önüne geçiyor ne de arkasında kalıyor.
Her eseri ustalıkla bütünlüyor ve etkin kılıyor, hatta onu evrimleştiriyor.
Şenova’nın bir
araya getirdiği eserlerin çoğu günümüz modern hayatın bireyler üzerinde
yarattığı travmalara ve psikolojik gerilimlere vurgu yapıyor. İnsanın
yalnızlaşması ve hissizleşmesi açıkca algılanıyor. Kendini kaybetmiş insan garip örgüler ağı içinde
çaresiz ve çözümsüz duruyor. Kişisel hikayeler ütopik düşlere dönüşmez, minör
kalıyor veya kalmayı tercih ediyor. Diğer yandan, sosyal ve politik durumların
algısı üzerine yapılanan işlerde sorgulama ve hesaplaşma eyleminin izleri daha
net görülüyor. Sorunlar üzerine gidiliyor ve eleştiri mekanizması
çalıştırılıyor. Ayman Yossri Daydban’ın “Abeed Al-Manazil” isimli eseri, Almagul
Manlibayeva ile Bahar Behrani’nin ‘Hazar Denizi Üstünde’ isimli ortak video
çalışması ve Özgül Ezgini’in -5 isimli yerleştirmesi böylesi çalışmalardandı.
‘Hazar Denizi Üstünde’ ve ‘-5’ işleri ayrıca
sanatçıların kimliklendiği çoğrafyalara sıkı sıkıya bağlı kalması, daha doğru
bir söylemle varlıklarını coğrafyalarından edinmeleri açısından da dikkat
çekicidir. Kıbrıslı Türk sanatçı Özgül Ezgin’in eseri olan -5’e geçmeden önce
kısaca Almagul Manlibayeva ile Bahar Behrani’nin eserinden de bahsetmek yerinde
olacak. Özellikle petrol dolum tesisinin, Karpaz Yarım Adası’na yapılmaya
çalıştığı şu günlerde, eser ileride belirecek olası çevresel sorunların
sanatsal bağlamda ele alınışını göstermesi açısından da ilginçti.
Almagul Manlibayeva ile Bahar Behrani’nin
‘Hazar Denizi Üstünde’ isimli ortak videosu, iki ekrana yerleştirilmiş,
birbiriyle görsel ve simgesel imgelerle dolu, göndermeler içeren etkileyici
kurgusal bir çalışmayı içeriyordu. Eserde, kurak topraklar üzerinde
konumlandırılmış petrol kuyularının eril
iktidarla ilişkisi irdelenirken aynı
zamanda yerel kültürle olan bağları da sorgulanıyor. Bu sorgulama, simgeler
yanında, petrol kuyuları üzerinde çalışan makinelerin etkileyici çekimi ile
yine kuvvetli eril görsellerle destekleniyor, diğer yandan kadın ile
ilişkilendiriliyor. Çoğrafik ve kültürel gerçeklikler kadının konumunu ve
kısıtlılığını belirlerken, baştan çıkarıcı ve kışkırtıcı ikincil bir tehdit
alanı yine kadın üzerinden vurgulanıyor.
Petrolün çağrıştırdığı para, teknoloji ve güç, görüntülerle tezat bir ilişkiye de neden
oluyor, yerelin geri kalmışlığı, çoraklığı ve alaturkalığı, en temel insan
hakları konusunda dahi yol almaktan uzak görünüyor. Eser erkek - kadın
ilişkisine çoğrafik/kültürel gerçeklikden yaklaşırken, ayni zamanda feminist
eleştiriyi de görünür kılmaktan geri durmuyor.
Özgül Ezgin’in ‘-5’
isimli eseri ise, 2004 yılına denk gelen “İsimsiz I” adlı sergisinde,
terkedilmiş otobüs çöplüğünde kurgulanan bir dizi fotoğraftan sadece bir
tanesidir. Kavramsal ve kurgusal işlerle öne çıkan Ezgin, terkedilmiş bir
geçmişi çağrıştıran mekan kurgusu yanında,
kimlik-siz-leşme sorununu da içinde barındıran ve daha da önemlisi
ifadeden yoksul, özne olmaktan uzak, mankenleri veya parçalarını da her bir
kareye taşıyarak “-” kompozisyonlar oluşturuyor.
Dikdörtgen kadraj
içine sıkıştırılmış boyaları dökülmekte
olan otobüs karesine, kırık bir cam ve camdan cansız bedene gönderme yapan sarkmış bir bacak eşlik ediyor. Kırılmış cam, içerisi ve
dışarısı arasında bir geçit yaratırken,
sarkık bacağa giydirilmiş spor ayakkabı dikkati çekiyor. Kırık cam ile
sarkık bacağın oluşturduğu garip
diyalog içerisinde, koşmak isteyen ama
koşamayan bir imgeye dönüşen ayakkabı,
ikilemlere ve gel - gitlere neden oluyor. Bir anda, içerisi mi ? – dışarısı mı?, gitmek
mi? - kalmak mı?, geçmiş mi? – gelecek
mi?, ölüm mü? – yaşam mı? gibi sorgulamalar akla geliyor.
Özgül Ezgin’in
hesaplaşması içsel, uzun bir geçmişe gidiyor, çocukluk yılları ile
buluşuyor. Çocukluğunu bıraktığı
topraklarda ve zamanlarda geziniyor. İlerleyen ve kendine modern denen zamanlara tezat, anı geriye sarıyor ve zamanı
yaşadığı travmaların kökünü kazımaya ayırıyor. Yüzleşiyor, sorguluyor,
düşünüyor, içine kapanıyor. Bu sorgulamada karşımıza travmatik durumların neden
olduğu sonuçlar ortaya çıkıyor. Yıkım,
korku, kaygı, çaresizlik, yalnızlık, sessizlik, kendine güvensizlik,
umutsuzluk ve nihayetinde ölüm.
Ezgin’in fotoğrafı
savaş ve göçler arasında sürmüş bir yaşamın geçmiş ve gelecekle ilgili
karşılaşmasını, hesaplaşarak ilerlemeye çalışmasını, iktidarlar ve dış güçler
tarafından çizilmeye çalışılan pembe tablolara karşıt bir gerçeklikle ele
alıyor. Bu noktada da Almagul Manlibayeva ve Bahar Behrani’nin video çalışmasıyla benzeşiyor.
Sonuç olarak ‘Hesaplaşma’; sorgulayan ve sorgulatan yapısıyıyla değişimi talep eden, yeni bakış açılarını ortaya çıkarma
potansiyeli taşıyan, farklı coğrafyaların ortak paydalarda buluşarak görünür
olduğu bir sergi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder